25 Aralık 2010

Veee az sonraaaa

Az kaldı, yaklaşık 5 saat 15 dakika sonra uçağa binmiş olacağım. Koşturma ile geçen günlerin acısını çıkaracağım, emin olabilirsiniz...

Yanımda fotoğraf makinamı götürmeyeceğim, evet ben kötü bir gazeteciyim, ama ne yapayım, ben gezmeye gidiyorum. Şeytan içime girmediği sürece yani...

Bu arada bugün kontrole gittim. Yaşım 30'a düşmüş, kilom ise daha bir ayın dolmasına iki gün kala 4.8 kilo eksilmiş bulunmaktadır. Yağlarımdan da giden gitmiş. Off offf süperim...Doktorla İstanbul programımı konuştuk. Acıklı bir konuşmaydı, hele yılbaşı programı, off off sormayın gitsin. Alkol amma kilo aldırıyormuşi insana, bunu öğrendim...

Neyse, benim toparlanmam lazım. hadi sizi iyi tatiller, tabi bana da:)

21 Aralık 2010

Sonuç güzel..

Çok yorgunum, tatil öncesi hastalık peyda olmaya başladı sanırım bende. Neyse, kısa keseceğim, bugün doktor randevum gayet güzeldi. 1.6 kilo vermişim. Tani toplam kaybım 4.4 kilo oldu. Mutluyum evet, ama spor yapamıyorum hala. Gün boyu yaptığın yürüyüşler ne diye sormayın, benim sabah kalkıp tempolü yürümem lazım lazım lazım, çok şey yapmam lazım ama hasta olmama da lazım. Oyy oyy ömrüm...

20 Aralık 2010

Ah kamu vah kamu ben neymişim ben...

Eefendim, bir süre önce kamuya mal olan kilolarımla ilgili yazıyı şurada sizlerle paylaşmıştım. Zaten sonrasında da hemen diyete başlamıştım. Bunun meyvelerini aldığımı ifade etmek için bu yazıyı kaleme alıyorum.

Bugün bir haber için Akdeniz Üniversitesi'ndeydim. Haber için rektörden demeç alacaktık. Karşısına geçtik ve rektör hocam bana dönüp "Sen kilo vermişsin, iyi olmuş" dedi. Suratımdaki sırıtık ifade uzun süre gitmedi.

Bu kadar. Evet bu kadar. Arkası yarın ama:)

18 Aralık 2010

Tatile 7 kala

Tatile çıkacağımı öğrendiğim ve biletimi aldığım günden beri içim içime sığmıyor. Hafta sonu eve iş götürüp, hafta içi yapacağım haberleri evde düzenlemeyi bile göze almışım, düşünün artık. Tek ve tek olan Pazar günü evde ‘ders’ çalışacağım.. Olsun, işin ucunda tamı tamına 10 günlük bir tatil var. Varsın bir Pazar dolu geçsin, ben önümüzdeki maçlara bakacağım.

Aslında Pazartesi gününden itibaren hafta pek bir şenlikli geçecek. Neden mi? Şöyle ki, ben yokken yayınlanacak olan ve bana ait olan birkaç sayfanın hazırlığını yapıp gitmem gerekecek. 3+3 eşittir 6. Tam 6 sayfa hazırlığı yapacağım bu hafta içinde. O arada bir Manavgat’a gideceğim, orada bir sayfa için cebelleşeceğim. Bu günümün tamamının orada geçmesi demek tabi.

Olsun, yine de olsun. Ben bu hafta çok ama çok çalışmaya razıyım. Yeter ki Cumartesi akşamı uçağım saatinde uçsun ve ben sağlam bir şekilde İstanbul’a inebileyim. Hiç sorun değil yani. Yok valla kendimi kandırmıyorum, sadece orada geçireceğim telefonsuz –yok telefonum açık olacak ama sorunlara kapatacağım kendimi- mutlu, sessiz, kalabalık, (tamam ikisi birbirine tezat ama ben böyle mutluyum), gezinti günlerin hayalini kuruyorum ve havalara uçuyorum.

Bana görgüsüz diyebilrisiniz ama Antalya’ya döndüğü mgünden beri haber takipleri dışında Antalya2nın dışına çıkmadığımı belirtmek isterim. Dolayısı ile nefes alabileceğüim bir alana kavuşacak olmanın sevincini yaşıyor ve bunu her yerde kırk milyon kere yineliyorum. Aşık olduğumu bile unutmuş durumdayım, o derece yani. Eh tabi gönül istiyor, O da gelsin İstanbul’a, falan filan ama nerdeee. Neyse bu konuya girmneyeceğim, henüz kendime bile yüzleşemediğim durumlar mevcut zira.

Tamam tamam burada kesiyorum, uzatmayacağım. Bu arada ben İstanbul’a gitmiş ve kalmış birisiyim amma velakin tadını çıkaramamışım. Akıl sağlığım hala yerinde iken kendimi doyurmak istiyorum. Önerebileceğiniz yerler var mı? Ben birkaç müze ve olmazsa olmaz Modern Sanatlar Müzesi’ne kesin gideceğim. Alacağım birkaç takı var da oradan. Ama sizin de önerilerinizi bekliyorum efendim…

Not: Doktor randevumu merak edenleriniz olabilir. Biliyorum, içinizde benim diyetimi takip edenler var:) Onlara diyeceğim şu ki, doktorum İstanbul’da olduğu için randevum Salı günü gerçekleşecek. Salı günü güzel haberler vereceğim kendime:)

14 Aralık 2010

Mutluluğun başlığı ne olur ki?

Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum.

Bildiğim tek şey, ayın 25'inde bir Cumartesi akşamı yani, uçağa binip İstanbul'a gidecek oluşum. Suratımdaki gülümseme ve kalp atışlarım kendini yani mutluluğumu ele veriyor.

Sekiz gün, ama ona eklenen hafta sonu tatilleri ve yılbaşı tatili ile tamı tamına 12 gün ediyor. 12 koskoca gün ve ben bu 12 günün tek gününü bile boş harcamayacağım. Şimdiden eldivenlerimi aldım, kazaklar, montlar, botlar, evet hazırım. İstanbul'un soğuğuna hazırlıklıyım. Offf, heyecanlıyım işte. Uçak biletini alana kadar bile kırk kişiye sordum, nereden alayım, hangisine bineyim diye. Anadolu yakasında inmeye ve düğününe gidemediğim çocukluk arkadaşıma uğramaya karar verdim önce.

Ordan Ankara'ya da gideceğim sanırım. Yakın bir arkadaşımın bebişi oldu, onu ısırmam gerek. Biletimi gidiş dönüş aldım, İstanbul'dan gitmek için ama bakalım. Nasıl yapacağız? Bir yolunu buluruz.

Mutluyum ya, mutluyum gerçekten. Tatile çıkacağım. Sorunsuz tam 12 gün geçireceğim... laylaylom diyesim var dürekli. Neyse, sahi ben bu yazıya başlık bulamadım. Hakikaten, mutluluğun başlığı ne olur ki?

11 Aralık 2010

İşte bu!!!!

Evveeetttt, geldik bir Cumartesi gününün daha başına. Biliyorsunuz Cumartesi günleri benim doktorla randevum var. Bugün de vardı dolayısı ile.

Ne mi oldu? Dinleyin, ya da okuyun işte…

Sabah kalktım, duşumu aldım, bayramlıklarımı giyinip kahvaltımı da hüplettikten sonra yollara koyuldum. Hava soğuktu, kar havası vardı ama Antalya kara hiç alışkın olmadığı için heveslenmedim. Gelen otobüse binip hastaneye koyuldum.

Hastaneye girdim, bir 15 dakika kadar doktorumun gelmesini bekledim. Geldi, günaydınlaştık, odasına geçtim. Sadece doktorların odasında olan o ‘çok amaçlı’ tartıya çıktım, doktor şaşırdı, hareket ettin bir daha çık istersen dedi. Evet evet doğruydu, 1.5 kilo daha vermiştim. Dans ede ede tartının üstünden indim ve evet ben dans etmeyi aslında bilmezdim.

Bir de zılgıt yedim, listemdeki ‘aktiviteler’ kısmına yazılan ‘yok’lar için ‘Söz bu sefer başlayacağım’ dedim, sabah erkenden kalkıp spor yapmam gerek. Hadi bakalım…

09 Aralık 2010

Koca Osman gibiyim bugünlerde...

(Yaşar Kemal, İnce Memed romanında);

Dağdan inen İnce Memed, bir gece Vayvay Köyü’nde yaşayan Koca Osman’ın evine sığınır. ‘Şahinim’ diye seslendiği İnce Memed’i karşısında görünce kanatlarının altına alan Koca Osman, köyün topraklarına sahip olmaya çalışan Ali Safa Bey’e karşı köylüleri yüreklendirmek için İnce Memed’in yanlarında olduğunu söylemek isterken, bir taraftan da köylülerin İnce Memed’e sahip çıkmayacakları, onu hükümete teslim edeceklerin korkusunu yaşar. Köylüye konuşup konuşmamak arasında gidip gelen Koca Osman, İnce Memed evlerine geldiği günün sabahında bayramlık giyitlerini giyinir, beline silahını takarak köy meydanında kasıla kasıla akşama kadar cigarasını tüttüre tüttüre yürür. Koca Osman’da bir haller olduğunu anlayan Vayvay köylüleri ise İnce Memed köyü terk ettikten sonra öğrenirler ‘Şahin’in köyde olduğunu…

Şimdi ben;

Koca Osman gibiyim. Bayramlık giysilerimi giyinmişim, etrafta deli divane dolaşıyorum. İçime yerleşen o ‘şey’i düşünüp düşünüp gülümsüyorum. Bana bakanlar bir şeyler olduğunu anlıyor. Söyleyemiyorum. Hal böyle olunca, içimdeki o şeyi dağıtmak istiyorum.

Ve ben sustukça;

İçimdeki o şey büyüyor. Dağıtmak için ise çareler arıyorum.

İşte bu yüzden bugün;

3 ayın sonunda bugün sigaramı yaktım, efkarımı dumanla savurdum. Ayak parmaklarıma kadar rahatladım…

08 Aralık 2010

Son verdim...

Uzun süre önce gittigidiyor aracılığı ile internet üzerinden alışveriş yapmaya başlamıştım. Aslında niyetim antika bir saat satın almaktı, ama hem ben açık arttırma işini beceremedim hem de internete güvenemedim. İşin ucunda çok para verip öylece kalakalmak da vardı. Antika işinden vazgeçince ben de kendimi elbisedir, takıdır sardırdım. Ama pek iyi etmedim. Aldığım saf gümüş takıların hepsi ‘saf gümüş kaplama’ çıktı –neyse ki satıcı geri almayı kabul etti, hoş 26 TL’mi yedi- ya da fotoğrafta göründüğü gibi çıkmadı. Ve ben de internet üzerinden alışveriş yapma durumumu, alışkanlık haline getirmeden sonlandırmaya karar verdim.

Aslında ben internet üzerinden iletişim kurma konusunda pek başarılı değilim. Bundan birkaç yıl önce üye olduğum bir “iş” sitesinin forumuna Antalya ile ilgili “Antalya’yı sevmiyorum” yazdığım için – ki ben hiçbir zaman bir yerin insanına yönelik değerlendirme yapmam, sevmediğim şehirlerdir- şovenistlerin saldırısına uğramış ve siteden üyeliğimi iptal ettirmiştim. Uzun zamandır da sitelere falan üye olmuyordum. Alışveriş aşkı antika ile birleşip, üstüne Antalya’nın antika konusundaki kıt imkanları yerleşince kendimi o siteye atmıştım. Atmaz olaydım…

Pişmanlıklarımı ulu orta yazmaktan ya da söylemekten çekinmeyen birisiyim. Ve sanırım ben bu internet üzerinden alışveriş işini beceremedim. Tanıdığım demeyelim de internetten kolayca alışveriş yapan ve memnun kalan insanlara çok tanıklık etmişimdir, ama ben neden beceremedim bilemedim.

Bazen kitaplarımı www.idefixe.com adresinden almıyor değilim. Kitaplara dokunarak satın almayı seven ben, arada indirimleri görünce dayanamıyorum. Kendimi tatmin etmek için de birkaç kitabı kitapçıdan almak için bırakıyorum. Sonra onlar evde dağ gibi büyüyor ve ben üstlerine her seferinde yeni kitaplar ekliyorum. Açlığımı da bir türlü bastıramıyorum.

Sonuç olarak içinde ne yazdığını bildiğin bir kitabı internet üzerinden satın alabilirim ama hem sevdiğim ve alışveriş yapmaktan büyük mutluluk duyduğum iki ‘gümüş’cüme ihanet etmemek hem de kıyafetleri üzerimde görerek almak için internet üzerinden bu tür şeyler satın alma işine bir son verdim… Vatana millete hayırlı olsun…

Bir telefon, sebepsiz bir gülümseme ve son...

Bir önceki buluşmadan tutulan notlar zihinde karıştırılarak , “Hımm, bunu sorabilirim” denir ve telefon açılır. Telefona yanıt verilmeyince hemen surat asılır. Surat asmanın hemen akabinde telefonun ekranında ismi görülünce büyük bir sırıtma surata yerleşir ve telefon ağız 3 metre açıkken “Efendim…” şeklinde yanıtlanır. Arama sebebi belli iken birden sebep unutulur ve telefonda bir süre gevezelik edilir. Konu hatırlanınca heyecandan bu sefer konuşma daha da saçma bir yol alır. Zihinden geçen “Yahu ne diyorsun sen” sözleri ve kızarık yüz ifadesinin yanında ağza yerleşen gülümseme ile konuşmayı sonlandırmak için bahaneler bulunur. Telefon nihayetinde kapatılır ve asıl kadın asıl erkeğe artık AŞIKTIR!

06 Aralık 2010

Ve yeniden...

Yine, yine, yine
Ben…
Kendime söz geçiremediğim zamanlardayım...
Bu ne kadar sürer bilmiyorum...

04 Aralık 2010

Tebrikler! Nur topu gibi bir kaybın var...

Efendim uzun uzadıya anlatmayacağım. Sadece bugün, diyette geçirdiğim 6 günün sonunda kontrole gittim. Doktorum 1 kilo 300 gram verdiğimi söyledi. Az buldum, az olmadığını söyledi. Benden beklentisi geçen hafta 500 gram gibi bir şeydi. Beklentinin üstüne çıkmak güzel bir şey ama şu ayağımı yaralamasaydım da her gün spor yapsaydım ne iyi olurdu. O zaman daha sağlıklı vermiş olurdum kilomu. Ah ben ah ben. Haftaya daha da azalacağını söyledi kayıplarımın, benim hedefim ayda 5 kilo. Bakalım becerebilecek miyiz.

02 Aralık 2010

Ben galiba...

Az önce aynada kendi kendimle konuştum.
Kendime bakıp güldüm.
Yüzümdeki çizgiler hoşuma gitmedi
Hele yapışıp kalan aptal gülümseme hiç!!!
Aynaya bakarken bile itiraf edemedim
Yok yok olmaz dedim!
Beceremedim…
İşte…
Söylüyorum…
Hormonlar mı bilmiyorum ama…
Birisinden,galiba, hoşlanıyorum…

Çocukluğumun kokusu...



Ben daha çocukken, yani henüz bu büyük şehre taşınmamışken, evimizin önünde büyük bir bahçemiz vardı ve ben ta o zamanlardan aşık olmuştum fasulyenin topraktan çıkışına. O bahçemizde bir sürü şey dikerdik. En çok patates ama. Sonra mısır, olmazsa olmaz fasulye. Ekinler toplanınca toprakta kalan son havuçları unutmamak lazım. Domates, salatalık, tere, maydonoz… , kahvaltının demirbaşları, saymıyorum onları bile.

Her neyse, bir de ağaçlarımız vardı bahçenin kenarında, azcık bodur. Kışın sert geçtiği memleketimde meyve ağaçları meyve veremiyordu ama çok güzel bir gül ağacımız vardı kokusu bahçenin ta öteki ucundan duyulan. Babaannem her sabah gülleri toplar, reçel yapardı. Benim kilolar da oradan gelme…



Geçen gün bir mahalleye gitmiştim, dolaşırken o gün ağacını gördüm. Yaklaştım yanına, kokladım. Çocukluğumun ağacı kokmuyordu çok fazla ama oydu, benim güllerimdi, özlediğim güller. Sahibinden dikmek için bir iki dal aldım. Şimdi ofiste, apartmanın bahçesine dikilmeyi bekliyor. Umarım tez zamanda bahçeyi süslerler. Özlemişim, hem çocukluğumu hem de o gül kokusunu…

30 Kasım 2010

İşte size ‘Gerçek Kesit’

Yaş: 27
Kilo: 79.4
Boy: 1.58
Hissedilen Yaş:31
Zorunlu ve Beklenen Kayıp: 15 kilo

…..

Efendim, bundan yıllar yıllar önce Flash TV’de ‘Gerçek Kesit’ diye bir program vardı. İbreti alem için kötü yola düşen kızları, dağılmış parçalanmış aileleri ve cinayet hikayelerini yeniden canlandıran bir programdı, bilenler bilir. Öyle ahım şahım bir şey değildi, hatta oyunculuklar beterden daha beterdi. Ama ben ayran budalası gibi oturup televizyon karşısına gece saat bilmem kaça kadar izlerdim onları. Programın girişinde ekranda ‘Adı:…..’ ‘Soyadı’, ‘Yaşı’ gibi ibareler daktilo sesi ile birlikte yer alır, yazı ile birlikte de olayı biraz daha gizemli kılmak, gerilim katmak için daktilo sesi kullanılırdı.

Diyet yapmak zaten başlı başına bir ‘gerilim’ anlamına geldiği için ben de böyle bir başlangıç yapmayı uygun buldum.

Neden mi? Şöyle ki efendim. Şimdi, diyet demek program demektir. Ve ben programlar konusunda uzun zamandır başarılı değilim. Zira yaptığım iş program yapmama imkan tanımıyor. Dolayısı ile yaptığım tüm planlar ‘suya’ düşüyor. Bu başlangıcın da böylesi bir kötü kadere maruz kalacağı korkusu haliyle beni geriyor.

Ama kararlıyım. ( Hey tamam bunu daha önce de duydunuz ama sihirli bir doktor parmaklarını dokundurmamıştı henüz bana). Dolayısı ile rejimimin ‘güme’ gitmesine izin vermeyeceğim. Tek sorunum, 6 öğün yemek yemek ve yemeklerimi de saatinde yemekten ibaret. Henüz karşı karşıya kalmadım ama haberdeyken, “Ah pardon ara öğünümün zamanı da’ diyip çantamdan çıkardığım kuru kayısıyı ya da elmayı katır kutur yemekten korkuyorum. Habere giderken de bu telaşeler içinde gidiyorum ve çoğunlukla yemek saatimi kaçırıyorum. Su içe içe helak oluyor, karnım sırtıma yapıştığı için ses çıkaramıyorum. Ve ben çareler arıyorum. Acaba küçük olan çantamı değiştirsem mi, yıllar önce İstanbul’dan aldığım o sırt çantasını mı alsam, onun içinde makinemi heba mı etsem, kendime yeni bir sırt çantası modellilerden bir fotoğraf makinesi çantası alıp kamburumu mu çıkartsam diye uzun uzadıya düşünüyorum. Ve şu ara sadece çantamın içindeki ıvır zıvırlardan kurtulmaktan başka bir çözüm bulamıyorum.

Mesela işe, üzerinde üç beş anahtarın bulunduğu, ancak kırk beş tane anahtarlıkla süslü olan şeyden başlayabilirim. Ya da telefon rehberimin içindeki ıvır zıvırları boşaltmakla, ya da çantamın küçük gözünde bulunan ıvır zıvırları temizlemekle…. Ya da zihnimi tüm bu şeylerden arındırıp rejimime yönelebilirim…

Tarih: (Taktaktak tak tak): 27 kasım 2010
Saat: 09:00
Sonuç: G, çıkarıldığı doktor tarafından kendisine konulan ‘şişko’ teşhisi sonrası çılgına döndü. Doktorun beyaz önlüğüne yapışarak ‘Kurtarın beni bu illetten’ diye bağıran G’yi, etrafta bulunan hastane yetkilileri zor sakinleştirdi. Kendisine vurulan ‘sakinleştirici’ ile bir süre sessiz kalan G., bu arada doktorun tavsiyelerini dinledi. Kendisine verilen diyet listesini harfiyen yerine uyması durumunda ‘şişko’ olma durumundan sıyrılacak olan G, yaklaşık 3 gündür diyette.

20 Kasım 2010

Uyku ile uyanıklık arasında bir Cumartesi sabahı, ofise gelen bir kargo ve mutluluk...



Bir Pazar sabahıydı -Evet Pazar sabahı olduğuna eminim çünkü az önce kitabın içinde yazan tarihe baktım- kalkmış sanırım ‘kışlıklarımı’ çıkarıyordum. (Evet ne çıkmaz kışlıklarmış, işin kötüsü buraya hala kış gelmedi) Neyse, lafı yine uzatıyorum. Telefonum çaldı, ben de o ara sanırım dışarıya çıkmak için hazırlık yapmaya karar vermiştim. (Ne kadar çok şey sanıyorum böyle ya) Arayan İstanbul’daki arkadaşım Murat idi. (Diğer adı da sıpa’dır onu. O da bana ‘dana’ der. Neyse, yine lafı uzattım) Bana ‘Son günlerde almak istediğin bir kitap var mı?’ diye sordu. Sormaz olaydı. Hemen çığlık atıp ‘TÜYAP Kitap Fuarı’nda mısın?’ diye sordum. Evet oradaydı ve ben de burada… Yıllardır gidemediğim yerde cirit atıyordu. Hemen ona Ahmet Ümit’ten bir kitap istediğimi söyledim, Beyoğlu Rapsodisi adlı kitabını da halaaaa okumadığımı belirterek tabi. Ama öncesinde, geçen kış beni çatlata patlata Ece Temelkuran’ın kitabını ‘bana’ değil, sadece ve sadece ‘kendisine’ imzalattırdığını da hatırlattım. Neyse efendim. Bizimkisi Ahmet Ümit’in imza kuyruğunda ilk sırayı kapmış, hemencicik de kitabımı imzalatmış. Yanına da geçen yıl yaptığı hatayı örtbas etmek için ‘Ece Temelkuran’ın Muz Sesleri adlı kitabını almış. Beni pek pek bir mutlu etmişşşş….

Tabi bütün bu olaylar yaşanalı çok zaman geçti üstünden ama bizim ‘hayırsız’ arkadaş ancak gönderebildi. Neymiş efendim, vakti yokmuşmuşmuş. Yok daha neler. Ben olsam ertesi gün postalar, Antalya’da bekleyen canım arkadaşımı da bu kadar bekletmezdim… Cık cık, kınadım. Siz de kınayın sayın okuyucular…



Neyse, kitabıma bugün kavuştum. Kargocu ile de gittigidiyor sayesinde ahbap olduk zaten. Adam sürekli bana bir şeyler taşıyor. Şikayetçi değil, sadece kargo gelince benim yüzümde beliren mutluluk onu da gülümsetiyor. Tabi benim ‘Oleyyy, kargom geldi kargom geldi kargom geldi’ nidalarım da ona komik geliyor olabilir… Bilmiyorum…

Ben mutlu olduğum zamanlar böyle cümle kuramıyorum işte. Neyse efendim, mutluluğumu paylaşmak için buraya iki kelam karalayayım dedim. Kitapların fotoğraflarını da çektim kanıt olsun diye. (Kime ne kanıtlayacaksam) Becerikli değilim Ayci kadar valla, hatun bir sunum yapıyor şaşırıp kalıyorum hala. Neyse elimden gelen budur, benim adım da Hıdır:) İğğ, tamam sustum… Bir iki üç TIPPP…



Not: Teşekkür etmeyi unuttum değil mi ben:)) Tamam tamam sıpacım teşekkür ederim:)

16 Kasım 2010

Artık kamuya da mal olan kilolarım...

Malumunuz, dün bayramın ilk günü idi. Tüm kamu kurum ve kuruluşlarının müdürleri ve yetkilileri ise vali ile bayramlaşmak için bir aradaydı. Ben de oradaydım ve evet içlerinden birisinin ‘gazeteciler de bayramlaşsın’ zorlaması ile o uzun kuyrukta bulunan herkesin elini sıkıp ‘İyi bayramlar’ dedim…İnanılmaz zor bir şeydi, ter kan içinde kaldım. Ki ben daha ailemin bayramını bile kutlamamıştım. Daha önce de söylemiştim, zoraki şeylerin kadını değildim….

Neyse, bayramlaşma töreni öncesi bir şey yaşadım, onu paylaşmak için klavyenin başındayım….

Şimdi, biliyorsunuz bir süre önce davullu zurnalı rejime başladığımı anlatmış, bir iki gün ‘Aman çok iyi gidiyor’ diye ifadeler kullanıp size gidişat hakkında bilgi vermiştim. Sonra ne mi olmuştu? Namıdeğer ben, rejim kadını, suskunluğa gömüldüm. Neden mi? Çünkü ‘rejimimi yedim’. Suçluydum, konuşamazdım….

Velhasıl, dün kamu kurum ve kuruluşları da benim artık almış başını giden kilolarımı dikkate almış olacaklar ki yeniden gündeme geldi ve ben bu yüzden suskunluğumu burada bozuyorum. Yahu bu kadar kamuya mal olan kilom olduğunu inanın ben de bilmiyordum…

Dün bayramlaşma töreninin başlamasını beklerken, orada bulunan koltukların üstüne kendimi atmış oturuyordum. Bir kamu görevlisi geldi, onunla bayramlaştık sohbet ettik. Sonra ben yeniden oturdum. Bu sefer bir başkası geldi. ‘Hayırdır yorgun musun’ dedi, ama demez olaydı. Hoopppp az önce konuştuğum kamu görevlisi atlamasın mı. ‘Siz onun BÖYLE göründüğüne bakmayın, çok çalışkandır’ Nasıl ya BÖYLE?!?!?! Evet ben de ona aynen öyle söyledim. ‘Nasıl yani BÖYLE sayın …..?’, ‘Sen anladın, artık kilo vermen lazım’ diyip sırtımı sıvazladı… Hoş bu yaşadığım bir ilk değil. Bundan yıllar önce (tamam abartmayayım en fazla iki üç yıl oldu) bir kurum müdürünü aramak için telefonu elime aldım. Çaldı çaldı çaldı, ve sonunda açtı telefonu. ‘Sayın bıdı bıdı ben bilmem nereden Gamze’ dedim, ‘ha Gamze dedi, sen hala zayıflamadın mı?’ Hönkkkk, ne alaka ya…. Ne sorusu kaldı ne de başka bir şeyi. Gülmekten yerlere yattım. Zaten gülmek için ayarlanmış bütün iç techizatım….

Neyse efendim, peki ben ne yaptım, ya da neye karar verdim. Diyetisyene gitmeye. Ne zaman, bayramdan sonra. Peki neden ? Çünkü bayramdan önce işler yoğundu gidemedim. Peki söz veriyor muyum? Eeeevveeeeeeeettttttt. Aferin bana o zaman… Yakında beni filinta gibi göreceksiniz, tamam tamam üj bej ay sonra ama göreceksiniz. Şşşş ben bu sözleri bir yerden anmımsıyorum demeyin, karıştırmayın orasını….

15 Kasım 2010

Bir bayram sabahı, kolunda fotoğraf makinası çantası ile ben ve beni durakta bekleyen 2 G… en karlımız ise gruba sonradan katılan T…

Bayramları aslında sevmem, sırf tantanası yüzünden. Doğum günleri, evlilik yıldönümleri hatta düğünleri, vırt günleri zırt günlerini de sevmem, onların da tantanası çoktur. Ben normal günleri sürprizlerle yaşamayı severim. O yüzden şefimiz ‘Bayramda 3 günlük tatil hakkınız var, hatta 4 bile olabilir. Ama herkes kullanamayacak. Kimler istiyorsa söylesin’ dediğinde sesimi çıkarmadım. İş olsun da çalışayım istedim ve bayramlaşma törenlerinin en yoğun olduğu 1 ve 2’nci günleri çalışmak için kendimi konumlandırdım. Hatta bir ara ‘Sen kadınsın şimdi arife de temizlik falan yapılır evde, istersen arife günü de sen tatil yap’ dediğinde , bu işlerin bana göre olmadığını söyleyip kenara çekildim. Yok yok pasaklı birisi eğilim, dedim ya bayramların tantanasını sevmiyorum. Bir sürü iş, bir sürü ses, bir sürü ıvır zıvır. Ahhhhh….Çekilin başımdan canım…..

Neyse efendim, tatilimi bayram sonrasına da alamadığım için bayramın 3 ve 4’üncü günleri tatil yapacağım. Araya Cumartesi gününü sıkıştırıp yeni,den çalışacağım ve sonrasında hopp yeniden haftalık tatil.

Sahi ben bu kadar ayrıntıyı neden anlattım. Hııımmm, bugün çalışıyorum demek için. oardon lafı ziyadesi ile uzattım…

Evet efendim ben bugün çalışıyorum. Benim gibi çalışan diğer G’lerle birlikte. Niye bu kadar G’ye taktın demeyin, birazdan anlatacağım…

Sabah her zamanki seromoniyi yaşayarak hazırlıklarımı yapıp sokağa attım kendimi. Durağa doğru yol alırken, beni durakta bekleyen iki G’yi daha fark ettim. Birisi garson, birisi güvenlik. Aman ne hoş ben de gazeteciyim diye geçirdim içimden. Bir bayram sabahı ve sabahın köründe durakta bekleyen üç kişi. Meslekleri ne olabilir ki değil mi…

Bir süre bekledikten sonra dolmuşların 1 saattir geçmediğini öğrendim güvenlik olanından. Hemen minibüsçüler odası başkanını aradım, kapalıydı telefonu. Adam eminim benim şımarıklıklarımdan usandığı için kapatmıştır bayram günü telefonunu. Neyse, ne yapalım ne edelim derken, üç G kendimizi takside bulduk. Ben şuraya gideceğim, ben buraya dedikten sonra bir de taksi parasını ben ödeyeceğim kavgasına tutuştuk. Ve yol boyunca bir tane bile dolmuş otobüs görmedik. Velhasıl kelam, garson ilk önce indi taksiden, sonra beni bıraktılar, sonra da güvenlik görevlisi taksici ile anlaşıp işyerine gitti. Eh burada kim karşı çıktı diyecek olursanız, taksici derim. Benden 10 TL aldı, güvenlik görevlisinden de 20 TL aldı. Ne diyelim, bereketli bir bayram geçirsin.

Not: Bayramlarda blogun tarih azizliğine uğruyorum sürekli. Bugün ayın 16'sı ama 15'inde gösteriyor. Geçen bayramda aynı şeyi yaşadım. Ne bu ya!!!

12 Kasım 2010

Ben ne yaptım ne yaptım...

Bugünlerde boşladım burayı farkındayım….
Ama,
Mazeretlerim var…
Öncelikle hastayım,
Boğazım kupkuru, başım ağırıyor, bayram öncesi işler yoğun ve ben bu gelgitli havada sürekli terleyip sürekli üşüyorum…

Hiçbir yere ve hiç kimseye yetişemiyorum. Hep plansızım hep unutkan. Herkesi küstürüyorum…

Orta okuldan beri yanımda olan arkadaşım evlendi Danimarka’ya gitti. Bir bebişi oldu ki dünya tatlısı. Antalya’ya geldi, bir kere görüşebildim. Bebeğini görmeye bile gidemedim bir daha. Danimarka’ya dönmüş ve muhtemelen benimle küs. Onun gönlünü şimdi nasıl alacağım???

‘Gülçin papucu yarım,çık dışarıya oynayalım’ diyerek çağırırdık birbirimizi onunla. Canım benim, çocukluk arkadaşım o da evleniyor. Bugün konuştum, çok heyecanlıydı. Düğünleri sevmem, hain planlar yapardım gitmemek için. Önce bu düğün için de ‘gitmesem olmaz mı?’ diye düşündüm, sonra ‘sevincine ortak olmam lazım’ dedim. Tam her şey ayarlanıyor iken, yıllık izin iptal oldu. Büromuzda bir arkadaşımızın bebişi oldu, dolayısı ile ben bir sonraki aya kaldım. Bir günlük izin alınır mı bilmem ama şansımı denemekten yanayım. Offff, ben ne bahtsızım… Düğünleri sevmeyen ve gerçekten ‘kaçmak’ üzerine planlanan ben o gün onun yanında olmalıyım…

Planlar planlar planlar. Şimdi birisi Samsun’dan diğeri de Ankara’dan iki arkadaşım ‘buraya gel’ diye ısrar içindeler. Eminim onlar buraya gelseler bir bilemedin iki gün görüşebilirim. Ben gitsem bilmem kaç parçaya bölüneceğim. Sorun ne aslında biliyor musunuz, hem ben hiçbir yere yetişemiyorum hem de 11 günlük iznimi nasıl kullanacağım konusunda fikir sahibi değilim. Bu 11 günlük tatilin değerlendirilmesi konusunu birkaç arkadaşıma danışmış olsam da aklımda hala mantıklı bir plan oluşmuş değil. Hem dinlenmek hem de birçok yere gitmek isteği içindeyim…

Tüm bunların dışında canım arkadaşım Semra namıdeğer Semmy, yeniden bloğuna yazı yazmaya başladı. Bir süre önce bloğuna ilk mesaj atan kişi olduğum için zaten bayıldığım bir çizimini kandığım Gizem’den karpostalımı aldım. Çok sevdim, ona da bir kere daha buradan teşekkür ederim. Daldığım gittigidiyor çılgınlığında hala serüvenlere devam etmekteyim. Baktım antikadan anlamıyorum, bu işi birz askıya alayım da kendime ciciler bakayım dedim. Bir iki elbise –düğün için- aldıktan sonra vazgeçilmezim gümüş takılara yöneldim. Site üzerinden mesajlaşarak pazarlık bile yaptım. Ve ben bu işi hakikaten çok sevdim. Hoş yanlışlıkla 1 TL’ye aldığım tek ve küçük gümüş küpeyi kargosu ile birlikte 7 TL’ye almış olmak hoşuma gitmedi ama olsun. Bunu da kar ettiklerime saydım.

Bu arada İstanbul'dan canım Muratcım hafta sonu gidemediğim Tüyap Kitap Fuarı'ndan beri aradı. Ahmet Ümit'e kitap imzalattı. Ve benim ilk imzalı kitabım da o oldu. Yanına bir de Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri'ni almış. (Çok severim Ece Temelkuran'ı, bu ilk romanını pek beğenmediğini söyledi ama hediye edip kendime almadığım için okuyamadığım bu kitabı da merakla bekliyorum). Hala kargomun gelmesini bekliyorum ama sıpacım göndermemekte ısrarlı. Belki de buraya gelir bilmiyorum ama ben onla ya da onsuz kitaplarımı artık istiyorummmmmm....

Bloğa aslında yazacak çok şey yaşandı şu süre içinde. Ama söyledim ya, plansızlıktan hiçbir şeye yetişemedim, hiçbir şey yazamadım. Birkaç haftanın kısa özetini yaptım ya, rahatladım. Ha içlerinde unuttuklarım da yok değil, onları da artık anılarımda yazarım…

03 Kasım 2010

Babamın...

...

CEHENNEME kadar yolu var...

O kadar...


Not: Bu yazıya yorum yapanların yorumlarını yayınlamadım çünkü yorum istemiyordum. Yoruma nasıl kapatılacağını da şimdi öğrendim. Umarım kararıma saygı gösterirsiniz...

28 Ekim 2010

Bana şans dileyin...



Aslında her şey benim Erzincanlılar Derneği’ni aradığım gün o antika dükkanın penceresine yapışıp kalmamla başladı. Hiç aklımda yoktu oysa, aslında hep vardı antika dükkanlarını kurcalamak ama olmamıştı işte. O gün ayaklarım beni o dükkana götürdü resmen, vitrini beni cezp etti. Eski ve anısı olan şeylere bayıldığımdan kendimi içeride buldum. Bir yüzük hastası olan ben, ilk önce gümüş yüzükleri inceledim, fiyat sordum, sonra dükkan sahibinin Antikacılar Derneği Başkanı olduğunu öğrendim ve ona gazete için bir çalışma yapmayı teklif ettim. Kartını alıp dükkandan ayrılmamla orada geçirdiğim zaman 10 dakikayı geçmedi. Ama bu süre benim yeni bir meşgale ile tanışmama yetti de arttı bile.

Bayramdan sonra gerçekleşen buluşmamızda ise daha bir bağlandım bu antika işine. Antika güzel şeydi, anısı olan şeyler güzeldi, ben güzeldim, dünya güzeldi. Dünyadaki tüm paraları toplayan bir antika para ustası ile tanıştım, paralara baktım. Hepsinin tarihi hakkında bilgi sahibi olması beni cezp etti. Benim merakla incelemem onları da etkiledi ki ‘Sıkılmadın, sende de var mıdır antikacılık’ sorusu ile karşılaştım. Hayır, büyükbabamın eski tahta radyosu ile yine büyükbabamın asker günlüğü dışlında bende antika (bana göre!) bir şey yoktu. Bunları söyleyince, bende bir ışık yandı, hem de ne yanma. Kendimi burada antika ararken buldum…

Amacım uzun zamandır neden buraya yazmadığımı anlatmaktı. Lafı uzattım farkındayım. Gündüz sürekli bilgisayar başında olduğum için akşam eve gidince elimiz bile sürmezdim bilgisayara. Son günlerde sürekli bilgisayar başındayım. Açık arttırmalara katılıp bir şeyler almaya çalışıyorum. İlk açık arttırmamı sırf bu işleri bilmediğim için zaman farkı yüzünden kaybettim. Çok güzel gümüş bir cep saatinden oldum. Sonrasında da eski büyük ses kayıt cihazı için girdim, orada da açıklamayı yanlış anlamış ve çalışmayan bir kayıt cihazı kazandığımı anladım. Neyse ki satıcı ile mesajlaşarak işi çözdüm. Ben baya baya sardım bu işe. Dün uykusuzluktan ölen ben, akşam eve gidince bilgisayarın başına geçtim. Saat 1 gibi ‘eh artık uyuyayım’ dedim. İnce Memed beni bekliyordu, birkaç sayfa ondan okudum. Okumadan uyuyamazdım. Sızmak üzereydim. Işığı kapattım ve uyudum. Sabah ise işe gelip ‘bebişlerime’ bakmak için sabırsızlanıyordum resmen. Neyse daha beş günleri var, bakalım açık arttırmayı kim kazanacak… Bana şans dileyin…

18 Ekim 2010

Şimdi kim kimi terketti? Ve ben hala neden kendimle uğraşıyorum??

İnsan bazen kaşınıyor, gerçekten. Ya da ben o modellerdenim. Şöyle bir geçmişi kurcalayayım da canımı sıkayım, ya da canım sıkılıyor ya şuna bir sebep bulayım diye resmen debeleniyorum. Bir insan bu kadar mı nefrete der kendisinden. İnsanlar ona ‘Ya hayırdır bugünlerde şen şakraksın’ dediğinde ‘Bir sebebi yok aslında içim kan ağlıyor’ diyip, ‘Ya hakikaten ben niye mutluyum ki bir sebebi yok’ diye sebep arar mı durduk yere. Arar, adı Gamze ise ve bu Gamze dengesiz bir hatun ise arar.

Efendim, yaklaşık bir yıl önce beni terk eden erkek arkadaşıma şu messenger illeti aracılığı ile ‘Neden terk ettin?’ diye sordum. Sonrasında ağzımın payını alacağımı, kalbimin donacağını, ellerimin tir tir titreyeceğini,, gözlerimin dolacağını bile bile sordum. Kaşındım ve sordum. Ya halbu ki sana ne. Olmuş geçmiş bitmiş. Sana göre gitme sebebi saçma olabilir ama herife göre demek ki geçerli nedenler varmış. Ama yok illa kurcalanacak.

Kurcaladım da, bana ne dedi beğenirsiniz.‘Ben değil, sen beni terk ettin’ hadi buyurun bir de buradan yakın hanımlar beyler. Yok yok ben yakmadım, az daha canım yansın diye şirinlik yaptım, yemedi. Bana ne dedi biliyor musunuz? Aman nereden bileceksiniz. Efendim aradan bir yıl geçmişmiş, yani geçmişte kalmışmış. Ay kusura bakma, ben o kadar akıllı değilim, bir de kendimi pek sevmem. Arada böyle kurcalar dururum, geçmişi. Sanki dün yaşanmış gibi yediremem kendime, ondan sorgular dururum. Yok hakikaten yok, hayatımda sorgulanacak hiçbir şey yok ya, ondan tutmuş ben de bir yıl önceki zıkkımı sorguluyorum. Ulan herif gitmiş başka yere, sen başka yerdesin. Hala niye ‘Ay bu cafede oturduk’ ‘Ay şurada şunu yaptık’, ‘Ay burada bunu yaptık’ diye şehrin bilmem kaç yerine hülyalı gözlerle bakıyorsun!!! Ay deli ediyorsun Gamze beni, her seferinde de bu son bu son diyorsun da yine bırakıldığın yerde duruyorsun ya beni hakikaten deli ediyorsun.

Buradan müzedeki yakışıklıya sesleniyorum, ayol gel kurtar beni bu hayattan. Valla son, sana hayatı kendime zehir ettiğim gibi zehretmeyeceğim. Valla bak, benim derdim kendimle. Bak şimdi de oturmuş ‘Ulan acaba ben mi onu terk ettim’ diye düşünüyorum.

Oysa ben sabahın olmasını bile istemiyordum

Her hafta, uzun uzadıya kahvaltı yapamamaktan şikayetçi olan ben, bu hafta da gerçekleştiremedim kahvaltı keyfimi. Ben uyandığımda annem ve babam kahvaltı yapıyordu, dolayısı ile onlarla yapamadım kahvaltımı. Kendime bir tabak hazırlayıp salona televizyonun karşısına geçtim. Ben internette oyalanırken komşumuz geldi. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz bir başka komşu hakkında konuşurlarken annemle gözlerim doldu. Ağlamamak için odama attım kendimi, bari kışlıkları çıkarayım dedim. O da olmadı. Nefes alamadığımı hissettim, kendimi banyoya attım. Sıcak bir banyonun ardından da sokağa attım kendimi. Uzun zamandır yapmak istediğim bir şey vardı. Onun için yola düştüm. Ama ne oldu biliyor musunuz, dolmuşa bindim, gideceğim yerde indim. Sonra üst geçitten yolun karşısına geçeyim dedim. Geçerken aşağıdan geçen dolmuşlara binip eve gitmek içimden geldi. Saçmalama Gamze dedim, girdim alışveriş merkezine.

Ben alışveriş merkezlerinde tek başına alışveriş yapmaktan hoşlanan birisiyim. Birisi yanımda odlumu, onun vaktinden çalıyormuşum gibi geliyor. Neyse, bu ziyaret bana iyi geldi. Oradan oraya koştururken unuttum bir çok şeyi. Neyi unutmak istediğimi bile bilmiyordum ama rahatladım, sıkıntımı attım SANDIM.

Sonrası malum, eve gittim. Televizyon karşısında pinekledim. Kışlıklarımı etrafa saçmıştım, ‘Anne sen dokunma ben gelince halledeceğim’ demiştim. Geldim, halledemedim. Hepsini çıkardığım yere geri koydum. Salona dönüp televizyon izlemeye devam ettim.

Akşam çabuk geldi dün aslında. Bugünün olmasını hiç ama hiç istemedim. Zaten dün gece de uyuyamadım. Kalktım, yerine koyduğum kışlıklarımı çıkardım. Kitaplarım geldi elime, bir de günlüğüm. Duygulandım. Günlüğümün içinden kurumuş bir gül çıktı. Aslında çoktan atmalıydım onu ama bana alınan ilk güldü kıyamadım. Bir süre ona bakıp mızıldandım. Onu ait olduğu yere koyduktan sonra elime onlarca okunmamış kitap geçti. Oysa ben dün bir tane daha almıştım. O kadar kızdım ki kendime, bir daha uzunca bir süre kitap almamaya söz verdim. Bunun kaçıncı söz olduğunu anımsayınca da şapşal halime güldüm.

Dün gece odamda uyumadım. Hem ruhuma hem bedenime hükmeden o sancıyı bulamadığım için yalnız uyumak istemedim. Dün gece bana ışığı ile televizyon eşlik etti. Bir süre internette okey oynadım. Aman tanrım ne kadar entelektüelim. Televizyonun zaman ayarını yapıp başımı yastığa göndüm. Uyurken önceki gün evlenen arkadaşıma gönderdiğim mesaja yanıt alamadığımı düşündüm. O lanet sancı hala ruhumu kemiriyordu, çıkaramadım. Yüzümde o sancının getirdiği izlerle uyumuşum. Oysa ben sabahın olmasını bile istemiyordum…

16 Ekim 2010

Bugün bir kuş gördüm, bana tanımadığım birisini anımsattı



Hani bir kitap okursunuz da yenileri ile tanışırsınız ya, ya da bir dostunuzun arkadaşları ile bir araya gelip yeni kişiler tanırsınız ya, işte bu blog alemi de öyle bir şey. Blog blogu doğuruyor resmen. Sistemler arasında gezerken, hoşuma giden birşeylerle mutlaka karşılaşıyor ve listeme ekliyorum. Hoş bunu, bloğa yoğunlaştığım son bir iki aydır yapıyorum ama olsun. Az zamanda çok yol katettim sayılır...

Birazdan tanıtacağım kişiyi de, her gün beni yeni yeni isimlerle tanıştıran Pek Güsel Şeyler bloğu sayesidne tanıdım. Ve onunla tanıştıktan sonra birkaç çizerin daha sistemine girip baktım. Ben de çizmek istiyorum diye gidip kendime kuru kalem boyalar da aldım. Ne mi oldu? Yatağımın başında duruyor hepsi. Neyse...



Tanıştığım kişinin adı Gizem. 23 yaşında, kendisini bir 'hayalperest' olarak tanıtıyor. Çizdiklerine de bunu yansıtıyor. Farklı bir tarzı var gördüğüm izlediğim kadarıyla. İmrenerek bakıyorum kendisine.

Bu postu da bugün gördüğüm ve bana onu hatırlatan bir kare sebebiyle yazıyorum. Bir yere yetişmeye çalışırken, elektrik tellerinin üzerinde minik bir serçe gördüm. Gizemin vazgeçilmez imgelerinden birisini yani. (Ağzından kalp çıkan bir kuş imzası atar çizimlerine) Görür görmez çektim, ona gönderirim diye. Gönderdim de. Hem bunu anlatmak hem de Gizem'i tanıtmak için de bu postu yazdım. Takip edin, bu hatun ileride 'büyük' adam olacak... Bu arada yeni bir site de açtı. Bazı çizimlerini orada satıyor aynı zamanda. bakmak isterseniz buradan efendim...

14 Ekim 2010

Bir proje, çok insan...



Oldum olası gezen tozan insanlara bayılırım. Bu işe başlarken de ‘gezip tozma’ hayalleri içinde başladım. Mesela bir Tayfun Talipoğlu gibi derelere, tepelere atayım kendimi, emmilerde, teyzelerle sohbet edeyim, fotoğraf çekeyim, köyün delikanlılarına aşık olayım, bunların oturup hikayelerini yazayım istedim hep. İstedim de yapamadım. Ama şimdi bunun nedenlerini açıklama zamanı değil… Konumuz başka bir şey, bir blog yazarı…

Adı Ayci, Almanya’da doğmuş sanırım, fotoğraf sanatçısı, şimdi Türkiye’de. Onu bana yakın kılan –bunu kendisine söylemedim galiba- Almanya’da yaşayan kuzenime çok benziyor olması. Hem esmer hem sıcak. Sıcak çikolata gibi, ama içinde gerçek çikolata parçacıkları olanından…

Onunla ben de ne zaman oldu tanışalı bilmiyorum, yok yok yüz yüze gelemedik henüz, benim histerik zamanlarımda ‘heyy kendine gel’ mesajları yazar bloğuma, ben de hikayelerini salya sümük okuduktan sonra ‘ben de istiyorum’ diye sızlanırım hala. Eh serde ‘gezgin’ olma sevdası var, atılamayan ama bir türlü de gerçekleştirilemeyen ne yaparsın…

Neyse efendim, konumuzdan sapmayalım. Bu Ayci kişisi bir gün benim bloğuma koyduğum bu yazının altına okuduğunuz yorumları yaptı. Ben de kitap hediye etmeye bayılan hatta uzaklarda çok uzaklarda olan bir arkadaşına şu günlerde güzel bir sürpriz hazırlamanın telaşında olan birisi olaraktan kitabı ona hediye ettim. Bir zaman sonra kendisinden kitabı beğendiğine ve iznim olursa kitabı bir başka blogcu ile paylaşmak istediğini ifade eden bir mail aldım. Hemen hayhay dedim. Düşünsenize blog dünyasını dolaşan bir kitap. İnsanlar tanımadıkları insanlara kitap hediye edecekler. Çok hoşuma gitti bu fikir.

Neyse, Ayci projesini gerçekleştirmiş. Bloğunda da bahsetmiş. Ben bayıldım kitabı sunuş şekline. Kıskandım da. Bundan sonra böyle yavan fotoğraflar çekmeyeceğim dedim kendime…

Neyse, sabah bloğumu açar açmaz Ayci’nin yazısını görünce pek bir mutlu oldum. Bir de buradan teşekkür edeyim diye kendisine işte oturdum bunları karaladım…

Not: Dün Altın Portakal Film festivali’nin kapanış gecesindeydik haberciler olarak. Arkamda Tayfun Talipoğlu oturuyordu. Benim oturduğum sıranın diğer ucundaki arkadaşım hemen telefonla aradı, arkanda kim oturuyor biliyor musun demek için. biliyorum dedim. Bak bu bir işaret, gitsene dedi. Yok dedim yapamam, ne diyeceğim adama. Ben yaparım falan derken, sen ona benim bloğun adresini ver dedim. Verdi mi bilmem. Amannnnn, Tayfun Talipoğlu hep Antalya’da zaten. Bir gün daha iyi bir yerde karşılaşırım elbet. Mesela iş güçle uğraşmıyor olduğum bir zaman….

Benimle öğle yemeği yer misiniz?



Az önce bir okul müdürü, yaptığım haber için, biliyorum ki art niyeti olmadan, biliyorum ki sadece nazik olduğu için, biliyorum ki çok masumane bir şekilde “Çok güzel bir çalışma olmuş. Sizi personelimizle birlikte bir öğle yemeğinde ağırlayalım” dedi. Teklif karşısında önce ne diyeceğimi şaşırsam da toparladım kendimi, “Çayınızı içmeye gelirim hocam ama öğle yemeğine hiç gerek yok”.

Bizim mesleğin kötü tarafı da bu. Hani birkaç esnaf turisti kazıklar da tüm esnafların adı ‘ahlaksız’ olur ya, bizimkisi de o hesap. Zamanında kendilerine ‘gazeteciyim’ diyen birileri, birilerinin ‘yemeğini’ karşılık beklercesine yediği için; bugün biz yemeklere, viski içmeye, ne bileyim daha bir çok şeye, yaptığımız habere karşılık davet ediliyoruz. Ve ben artık bunlara dayanamıyorum…

Bu iş zor biliyorum. Kirlenmeden kalmak da keza öyle. Ama artık gerçekten dayanamıyorum. Beni de bu ‘insanlarla’ aynı kefeye koyup, gözlerimin içine bakarken ‘acaba ne yedirsek’ diye bakan tiplerden de iğreniyorum.

Onlardan, yani yanlarına gidip dertlerini dinlediğim, bunu kaleme aldığım insanlardan tek bir şey istiyorum. Bana istihbarat versinler. Kaza mı oldu? Numaram var arasınlar. Birisi taş mı attı? Arayıp gel desinler. Ya da ne bileyim birisi yolsuzluk mu yaptı, bende belge yok ama durum budur araştır diye beni zorlasınlar. Ama bana, sana gel yemek yedirelim demesinler.

Zaten ‘acil’ ve ‘açık’ kavramları bir araya geldiği için ayaküstü yemek yemeğe alışmış, ucuz tostları karnındaki sesleri susturmak için midesine indirmiş, içinde ne olduğunu bilmediği yemekleri löp löp yemiş birisine ‘yemek’ demek hem ‘ucuz’ hem ‘acil’ hem de ‘tatsız’ bir şeyi çağrıştırır. Onun yerine bir bardak kıvamında, demlenmiş bir çay deseniz, bana dünyaları verirsiniz….

13 Ekim 2010

Kurşun kalemle bıyık yaptım kendime



Canım sıkılıyor. Yorganın altından bile çıkmak istemiyorum sabahları. Hava kapalı, aslında ben gayet açığım. Ama hiçbir şey yapmak istemiyorum.

Arkadaşıma “Kurşun kalemle bıyık yaptım kendime, çek fotoğrafımı ama sadece bıyığımı, bloğa koyacağım” dedim, kabul etmedi. “Sex satar Gamze” dedi, “Bıyık yap, dekolte ver, yukarıdan çekeyim dudaklarını da ancelina coli gibi yapayım fotoşopta, bak o zaman seni nasıl izleyenler artıyor" dedi. Bu sefer de ben kabul etmedim, ben ben olmalı ve öyle kalmalıydım.

Ama cidden canım sıkılıyor ve cidden kurşun kalemle bıyık yaptım kendime. İyice maskülen bir hatun oldum. Ya geçenlerde kadınlar tuvaletine mi girsem erkeklere mi diye durup düşündüm. Bazen kendimi erkekler tuvaletine yürürken buluyorum. Bilinç altımda neler yatıyor inanın bilmiyorum.

Yok yok benim canım cidden sıkılıyor. Az önce sürpriz yumurta yedim, içinden Süpermen çıktı. Havuza atlayacakmış gibi duruyor. Bilgisayarımın altında koydum, şimdi de bana tapar gibi bakıyor.

Yok yok, valla canım sıkılıyor…

11 Ekim 2010

Söz unutulur, yazı kalır. Söz yazılmazsa ağıt yakılır...

Olur ya, insanın aklına durup dururken afilli sözler gelir. İleride 'bu benim sözüm' demek için de saklar insan. Bir yere yazmazsa da unutulur gider. Ardından ağıtlar yakılır tabi. Benim de bu sabah aklıma geldi, hatta dedim ki ben bunu şöyle bir durumda kullanırım. Ne oldu, bugün bir şey oldu, aaa dedim o lafın kullanılacağı yer. Aman ne güzel ne güzel diye sevinirken ben o lafı unuttum. Yazmadığıma üzüldüm, dellendim. Bir daha bir şeyi unutmamak için yanımda defter taşımaya kaar verdim. Hatta boynuma asmaya karar verdim... Bunu da bu sözümü unutmamak için ahanda buraya yazdım...

08 Ekim 2010

Yolumuz devrim yolu gelin gardaşlar gelin...



Dün Eğitim-Sen Antalya Şubesi’nin 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü etkinlikleri kapsamında düzenlediği konserdeydim. Hakan Yeşilyurt ile Selda Bağcan’ın konseri vardı. Başından söyleyeyim ben Hakan Yeşilyurt fanatiğiyim. Çok severim sesini adamın, dün kuliste ayak üstü tanışma fırsatım da oldu bir arkadaşım sayesinde. O daracık yerde bir ara o kadar yakındık ki o fark etmeden başımı omzuna bile yasladım. Tamam saçmaladım orda ama ne yapayım süper birisi. Kendimi tanıtıp ‘okey’ işareti yaptığım parmağımı gözüne sokaraktan ona da zaten söyledim “süpersiniz” diye. Sonra da söylediğimden utandım. Çok görüşemedik işi vardı başka bir yere gitti.



Neyse efendim, ondan sonra sahneye Selda Bağcan çıktı. Ya bu nasıl bir sestir kardeşim. Ben anlayamadım gerçekten. İlk defa canlı dinmeme şansım oldu, aman aman. Yer gök inledi resmen. Hava da soğuktu, sonuna kadar kalamadım haliyle. Kış geldiğini dün hissettirmedi bizzat yaşattı konser alanında bize. Ama ben bugün bir şey fark ettim. Hakan Yeşilyurt’un alyansını. Başımı bilgisayar masasına vurup “Ah ne vardı evlenecek” diye yakındım durdum. Bir şey söyleyeyim mi, ben evlenmem ama bu adamla evlenirim. (O da senle evlenmek için geberiyordu sanki) Bu kadar mı insan mütevazi olur kardeşim. Yok yok ben bu adama aşık oldum, valla…



Bu arada konserde herkesin haliyle devrimci tarafları kabardı. Yumruklar havadaydı. Ben de ofis arkadaşım sayesinde ‘Yolumuz devrim yolu” diye söyleniyorum sabahtan beri. Konserin etkisi ertesi günde geçmedi alayacağınız…



Fasulyenin topraktan çıkışına aşığım ben...



Dün mahalle sayfası için şehir merkezine oldukça uzak kaçan –bir de biz uzattığımız için yolu, iki kat daha uzadı- bir mahalleye gittim. Adını bir zamanlar bölgede bulunan altıayaklı bir sütundan alan Altıayak Mahallesi’ndeydim dün. Mahalle, tarımla uğraşan insanların yaşadığı bir yer. Daha çok seralarına sebze ve çiçek dikiyorlar. Bahçelerinde zeytin, nar ve üzüm var. Hayvancılık derseniz yok denecek kadar az.



Ama insanları çok tatlı. Sıcak, samimi,i ben gittiğimde muhtar daha gelmemişti. Muhtarı evinin avlusunda bekledim. O gelene kadar da kardeşiyle, çocuklarıyla,i anne ve babası ile sohbet ettim. Çok eğlendim.



Önce yanıma evin babaannesi geldi. Önce bir tepsi içinde seradan yeni toplanmış salatalıklarla tuz getirdi. Onları yerken sohbet etmeyi de ihmal etmedi. Önce bir iki lafladık onunla, sonra geçti karşıma “Sen kız mısın gelin misin?’ diye sordu. Gülümsedim, “Ben bekarım” dedim. Şöyle bir süzdü beni, “Belli” dedi. “Nerden belli söyle bakalım” dedim. “Altın yok kolunda, küpelerin de yok” dedi. Küpelerimi göstererek “İşte var ya” dedim. “Onlardan olmaz, altın olacak” dedi benim canım gümüş küpelerime bakarak. Ne yapayım ben, bastım kahkahayı. Evin gelini de gelince muhabbet daha da koyulaştı. Çay falan içerken bu sefer muhtar katıldı aramıza. Sonra da eş dost akraba.



Ben muhtarla röportaj yaparken de evin dedesi Hasan amca geldi yanımıza. Selamlaştık tanıştık. Biz röportaja devam ederken Hasan amca da beni evlendirme derdindeydi. Bir ara yanılmıyorsam bana tarla falan verdi, koyunlar da yanında. Biz konuşurken o da bir şeyler anlatıyordu. Bir ara dayanamayıp yine bastım kahkahayı. Daha küçüğüm ben dedim, evlenemem. Hatta gitme vaktinin yaklaştığı bir ara, muhtarın odasında Fatma nine bana yaşımı sordu. “Kaç gösteriyorum” dedim, bana “20-21” dedi. Ağzım kulaklarıma vardı resmen. “27’yim ben” dedim, “Küçüğüm” daha diye ekledim. Yaşımı göstermediğimi söyleyince daha bir mutlu oldum. Evet ben yaş takıntısı olan bir deliyim.



Röportajı bitirdikten sonra ben hem Fatma ninenin hem de Hasan amcanın fotoğraflarını çektim. Onlar bana hiç naz etmeden poz verdikçe daha çok sevdim onları. Muhtar “Aman ha gazetede çıkmasın” dedi, “Yok dedim bunları kendim için çekiyorum”. İşte şimdi de burada sizlerle paylaşıyorum. Aslında dün gelir gelmez yazacaktım ama kötü bir kaza oldu, ona koştuk. Gece zaten peltimiz çıkmıştı, şimdiye kaldı.



Ben gerçekten şehir merkezinde görmediğim yakınlığı böyle tarımla uğraşan insanların yoğun olduğu bölgelerde görüyorum. Çok seviyorum o zaman yaptığım işi. Fasulyenin topraktan çıkışına aşık olan ben, ileride böyle bir yerde yaşamak isterim…

06 Ekim 2010

...kolik bir hadise...

İki gündür film izleyip ağlıyorum.
Bu hiç hayırlı değil.
Yalnızlığımı özlüyorum,
Karanlık bana iyi geliyor, bu yüzden
Çocukken de, kaçmak için sorunlardan
Yorganın altına saklardım kendimi.
Şimdi geceyi örtü ediniyorum kendime.
Çok garip,
Sabahları neşeli kadın,
Akşamları tam bir melankoliğim.
Belki de geceler yaramıyordur bana....

05 Ekim 2010

Küçük kadının kitabı...



Bir müzayede haberine gitmiştim. Bir ressamın resimleri satılacaktı sokak hayvanları için. Bir iki fotoğraf çektikten sonra resimlerin yanında duran sehpanın üzerindeki kitapları gördüm. İki kitap vardı ve o iki kitaptan onlarcası. Birisini aldım elime, okudum ilk cümleleri. Okurken de ‘Bir kitapta ilk cümleler çok önemlidir’ diye geçirdim içimden. Hem kitabın adı hem de kapak fotoğrafı ‘Beni acemi eller hazırladı’ dercesine bağırıyordu. Kitabın yazarı da oradaymış, ben kitaplarını karıştırırken o da beni fotoğraflamak istenmiş ama geç kalmış. Yanıma geldi, benim fotoğrafımı çekecekken kalktığımı ve o anı kaçırdığını söyledi. Fotoğraf çektirmekten hoşlanmadığımı, bu durumun memnuniyet verici olduğunu söyledim –yoksa söylemedim de içimden mi düşündüm!- ve sonra kitap hakkında konuştuk. Yeni yazmaya başlayanlara nasıl önyargılı baktıysam ona da öyle baktım. Kitabını hediye etti. Oku ve mutlaka fikrini söyle dedi bana. Hem meraktan hem de kıskançlıktan okudum. Bugün bitti ve ben hem o kadını hem de kitabını çok sevdim.

Edebi bir roman değil, yaşanmışlıklar anlatılmış. Evet hem imla hem de anlatım bozuklukları var yer yer kitapta. Ama o kadar samimi ki, kendinizi kitabın kahramanı Seval’in yerine koyup ‘ben olsam böyle yapardım’ diyebiliyor ya da öfkelenebiliyorsunuz. Daha bir çok duyguyu yaşayabiliyorsunuz yani. Ona az önce bir mail gönderdim, ellerine sağlık dedim. Gerçekten o kitabı yazan ellerine sağlık. Amatör birisi, şimdilik tabi. İleride geliştirir mi bilmem. Ama çok tatlı bir kadın. Ben onu sevdim, bu kitabı okuyunca daha çok sevdim. Hatta evine gidip yaptığı börekleri tatmak isteyecek kadar sevdim bu küçük kadını. Bana ‘yapabileceğimi’ gösterdiği için bir kere daha sevdim…

Ellerine sağlık Seval, ellerine sağlık Fecrin…

04 Ekim 2010

Özlemek, bende bir hastalık...

Geçen hafta İstanbul’dan bir arkadaşım geldi. Sonu kötü biten bir İstanbul maceram sırasında tanımıştım onu. Yüreğinden geçirdiği şeyi hem diline hem yüzüne yansıtan, karınca misali çalışan ve çalışmaktan korkmayan birisi. Antalya’ya da çalışmak için gelmişti. İş arasına beni sıkıştırdı nitekim ve görüştük. Görür görmez ‘özlemişim’ seni dedi, içten, samimi. Tekrarladı defalarca, ‘özlemişim’ seni. Oysa bir iki defa daha görüşmüştük burada onunla. Hatta İstanbul’da bir alışveriş bahçesinin boş otoparkına oturup sohbet ettiğimiz zamanki gibi burada da büyük bir alışveriş mağazasının boşalmış parkına oturup konuşmuştuk. Bana İstanbul’da söylemek istediği ama söyleyemediği birkaç şeyi de açıklamıştı o sarhoş kafayla. Ama asıl anlatmak istediğim bunlar değil.

O bana ‘özledim’ derken aklım başka bir yere gitti. Bilmiyorum ne kadar oldu, zaman kavramı manasını yitirdi bende çünkü, yine bir haber işi için dışarıdaydım. Fırsatını bulduğum bir vakit önceki gün görüştüğüm erkek arkadaşımı arayıp konuşmuştum. Sesini duymak istedim biraz şımararak. ‘Özledim’ dedim ona, ‘Daha dün görüştük ya’ dedi. ‘Ama özledim’ diye tekrar edip ‘Ne yani sen özlemedin mi?’ diye sordum. ‘Ben özlemem herkesi’ dedi. Dondum, bozuldum, içim yandı, sustum. Beni nasıl kabulleniyorlarsa tüm domuzluğumla ben de insanları öyle kabullenmeliyim diye düşündüm hep. Bence bana benziyordu o. Duygularını çok dışarıya vuran birisi değildi çünkü kanımca. Gidişinin birkaç dakika öncesinde de dışa vurmamıştı duygularını. Bir anda çekip gitmişti işte benden.

O gün arkadaşım bana ‘özledim’ seni diyince ben de sustum, araya bir iki saçma sapan söz sıkıştırıp geveledim. O arada da aklıma bunlar geldi. O gittikten sonra hiç kimseyi özlemediğimi hatırladım. Şimdi de kimseyi özlemediğimi, hatta özlemek duygusunu unuttuğumu ve hatta onu özlemeye devam ettiğimi. Özlemin bende bir hastalık olduğu kanısına da vardım. Acı çekme duygusu ile birleşen ve çıkış yolu bulmayınca nükseden bir hastalık. Bununla ne kadar yaşarım bilmiyorum ama zaman zaman aynı yollardan geçtikçe, ya da üstünü örtmediğim anılarım ortaya çıktıkça ya da ne bileyim zamansız yalnızlıklarımda ‘özlüyorum’…

30 Eylül 2010

Son günlerde kendimi...

Hem bu antika dükkanı kadar KARIŞIK



hem de şimdi bir pansiyon görevini üstlenmiş eski bir evde unutulmuş su kuyusu kadar ISSIZ, TERKEDİLMİŞ ve BOŞ hissediyorum.

26 Eylül 2010

O çocuğu festival öldürmedi ama beni bu zihniyet öldürecek!!!

Bugün aslında size önceki gün açılışı yapılan ve dün çok eğlendiğim October Fest’teki izlenimlerimi yazacaktım. Ama dün akşam meydana gelen ve bugün de hem bazı sivil toplum kuruluşları ile siyasi partileri ‘yersiz’ ve ‘anlamsız’ bir şekilde ayaklandıran ‘ölüm’ haberi yüzünden ‘izlenimlerimi’ şimdilik erteleyeceğim…

Efendim, dün akşamüzeri bizim polis adliye muhabirimiz için oldukça hareketli geçti. Bir anda hem kaza hem iki cinayet ve hem de bir ölüm haberi geldi. Hali ile o da morg, emniyet ve mahalleler arasında mekik dokudu. Ölüm haberlerinden birisinin hikayesi ise October Fest’e dayanıyordu. Amerika’da üniversitede okuyan bir gencimiz birkaç gün önce ailesinin yanına gelmiş. Bu YETİŞKİN gencimiz arkadaşları ile soluğu festivalde almış. Efendim burada gencimiz içmiş de içmiş. Festival bittikten sonra eve de geçip arkadaşları ile içmeye devam etmiş. Sabah ise malum sonuç. Evdekiler bir arkadaşlarının morarmış cesedi ile karşılaşmışlar.

Öncelikle bu olay tamamen tatsız. Yani insanın tabir yerindeyse ‘bok yere’ ölmesi, hem de daha hayatının başındayken oldukça acı. Evet ölüm bir gerçek ama, kötü işte… Ailesine sabır diliyorum…

Ama burada beni bu yazıyı yazmama iten sebep bu kadar değil. Sebep anlamsız yere festivalin ve festivali yapan belediyenin suçlanması. Hem de tamamen saçma sapan sebeplerle. Yok efendim bu ne arsızlıkmış da böylesine bir festival yapılıyormuş, festival Türk kültürüne, ahlakına uymuyormuş, gençlerimiz kötü yola itiliyormuş…. Yok ya, demek gençler kötü yola itiliyor. Ulan madem gençlerle ilgileniyorsunuz, okullarda uyuşturucu satanları bulup vazgeçirsenize yaptıkları işten, tedavi ettirsenize, onları uyuşturucuya iten sebepleri bulup -hatta bulmanıza gerek yok ben de size söyleyebilirim, sebep ekonomi- onlara yardım etsenize. Ramazan ayında 5 yıldızlı otellerde kendi kendinizin karnını doyurup yemekten sonra yediklerinizin gazını osurarak çıkaracağınıza, oturduğunuz tahttan olaylara bakacağınıza, din din diyip dini kullanarak saçmalayacağınıza, aynanın karşısına geçin de bir bakın kendinize.

O çocuğu öldüren şey o festival değil. Alkol her yerde satılıyor. Her şeyin ‘aşırısı’ fazladır, bilmiyor musunuz yoksa. Hem otopsi sonuçlanmadan, çocuğun neden bu kadar içtiğini bilmeden, hem de yetişkin birisinin, kendi kararlarını verebilecek yaşta birisinin belki de sağlığı ile ilgili sorunu öteleyerek, belki de antibiyotik sonrası aldığı, belki de bilmeden abartarak, aşırıya kaçarak tükettiği alkol sonrası hayatından olmasını nasıl bağlarsınız festivale, belediyeye?
Sadece alkol müdür zararlı olan yoksa çocuklarınızın yanında fütursuzca içtiğiniz o sigaranın zararı yok mu?

Çok sinirliyim dostlar çok. Birisi telefonla arayıp bu konu ile ilgili bir mail gönderdiğini söyledi. Sinirlerime hakim olamayıp ‘saçmalamayın, sorun festival mi’ dedim sonra da sustum. Ben bu ülkenin, bu zihniyetin değişmesini istiyorum artık ya, değişmesini…

Not: Dün festivali düzenleyen alkol firmasının yetkilisi ile festival alanında sohbet ettik. 18 yaş altı olan ve elinde bira olan çocukları kovalarken masamıza da buyur ettik. İşim var, çocukların ellerinden içkileri alıyorum dedi. Festivale zarar gelmesini istemeyiz, çocuklara da diyerek ayrıldı yanımızdan…

24 Eylül 2010

Üzgünüm 'ben' biraz daha buralardasın...

Kahve fincanının içindeki baloncuklarla göz göze geldik az önce
Bana, daha önce farkına varmadığım birisini gösterir gibilerdi
Gözleri şiş, cildi yorgun, saçları dağınık
Bu ‘ben’in ta kendisiydi.

Uzun bir yolculuğa, dinlenmeye, eşle dostla uzun sohbetler edip gülmeye ve sanırım eski defterleri karıştırmaya ihtiyacım var. Mazoşist tarafım bir yana, eski anılar (anı dediğin zaten eskidir) beni kendime getiriyor. Durgun olan hayatımı ‘Bir zamanlar ben de heyecanlıymışım, canlıymışım’ dercesine renklendiriyor. Ya da yeni kararlar alıp yine yapmamak, ertelemek üzere yola çıkmamı sağlıyor. Sahi hep böyle yapıyorum ben, aldığım kararlar yaptığım planlar yolda kalıyor, ben ise ilerliyorum. Marş marş, ama nereye. Vallahi ben de bilmiyorum…. Her neyse…

Kısacası baloncukların gösterdiği ‘ben’in yenilenmeye ihtiyacı var. Buradan ‘kısa süreliğine yokum, tatile çıkıyorum. Tatil değil aslında yenilenmek için bir süreliğine uzaklaşıyorum’ yazmak isterdim ama üzgünüm, kendim için yani. Buralardayım. Sabah yataktan kalktıktan sonra uykusunu alamadığı için banyoya kadar yürümekte bile zorlanan ayaklarım, herhalde bu aralar beni uzaklara götüremeyecek kadar bezginler. Zamansız serzeniştlerimden birisini yaşıyorum yine. Kasım’a kadar buradayım, Aralık ayına göz kırparken de İstanbul semalarında sanırım…

23 Eylül 2010

Pavyon ışıklı AY

Yorucu bir gün yine, nöbetteyim. İş dönüşü 'ay'ı kestirdim gözüme. Ellerim titreye titreye çektim. Hiç bereceremem zaten makineyi sabit tutmayı. Bir pavyonun ışıkları 'ay'ı aydınlatıyordu. Çıktım kırılmış bir bahçe duvarının üstüne, bastım denlanşöre. Bir süre sonra pavyonun iki yiğidi geldi dikildi tepeme, ellerinde sigara, bir o yana bir bu yana yürümeye başladılar. Oralı olmadan çektim 'ay'ı ve panyon lambasını. Bilen bilir ya da bilmeyen şimdi öğrenebilir, en basit olaylarda bile başına bela alabilen birisiyim ben. Ama ne olduysa, herhalde çemkirmediğimden adamlara, ses etmediler. Beni ve makinamı rahat bıraktılar. Yoluma devam ettim...



Bir süre sonra elektrik tellerinin arasında baktı bana ay. Onu da ölümsüzleştirdim.




Birkaç 'ıssız şehir' fotoğrafı da çektim ama yüklemeyeceğim. Bunları da 'süper ötesi muhteşem fotoğraflar' oldukları için değil, sadece 'göstermek' istediğim için yükledi,m. Ben 'pavyon ışıklı ay'ı çok sevdim...

22 Eylül 2010

Esmerim biçim biçim, ölürüm esmer için :)

Bu hafta çok fena geçiyor çok. Öncelikle eğitim sayfam için gittiğim okul müdürü ile dalaştım. Tanıtımını yapmak için gittiğim eğitim kurumunun müdürü benimle ilgilenmedi. Fotoğraf için hem telefonda anlattığım hem de oraya gidince tekrarladığım ayarlamalar için kılını kıpırdatmadı. En son fotoğraf çekecek yer ararken başımda ne olduğunu bilmediğim bir kişi ile, andımızın okunduğunu ve okulun merdivenlerini üçer beşer indiğimi hatırlıyorum. Müdüre ‘Hocam ayarladınız mı çocukları?’ diye sorduğumda ‘Haa, hayır dur bakalım’ dediğini bir de. Delendim ama sustum…

Öğlen sıcağında ‘minicik çocuklara’ mikrofonsuz seslenerek sıraya sokmaya çalışan öğretmenlere, anlatmak istediklerimi anlamayan ve hiç yanımda durmayan okul müdürüne, çocukları sıcağın altında bekleten zihniyete ve bunun için beni suçlayan bakışlara sinir olarak, formatı saçma sapan olan ve gazeteye gitmeyen bir fotoğraf çektim. Çocuklar içeriye alınırken müdür yine ortalıkta yoktu, buldum. ‘Hocam öğretmenleri de çekecektik ya, neredeler ayarlamadınız mı?’ diye sordum ‘Haa, dur ayarlayayım’ dedi. Emin olun tüm şirinliğimi takınarak ve gülümseyerek yılışık bir şekilde ettiği haltı anlatmak için ‘Ama hocammmm, bugün benimle hiç ilgilenmediniz kiiii2 dedim. Yemedi, yemedi ki öğretmenleri de toplayamadı. En son bana ‘Neyse ya üç beş kişiyle çekinelim2 dediğini hatırlıyorum. Nevrim döndü, ‘Ben Milli Eğitim Müdürlüğü’nden izinli geliyorum. Okul tanıtımınızı yapacağım nve siz bana üç beş kişi diyorsunuz. Olmaz hocam’ dedim. Bana ne dedi biliyor musunuz… ‘O zaman yapmayalım, çocuk mu onlar (öğretmenler için diyor) kollarından tutup getireyim’. Bu sözlerin ardından benim ‘pessss’ diyip kıçımı dönüp gitmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Nitekim, arkamı döndüm ve gittim. Ama hırsımı alamadım, ne yaptım. Yolda ne olduğunu soran velilere ‘Okul müdürlerinin ne kadar savsak birisi olduğunu, ağacı bağlasalar bu okulu yönetebileceğini ancak bu müdürün bunu başaramayacak nitelikte olduğunu’ anlattım. Okkalı küfürler de ettim diş aralarımdan ama benden başka kimse duymadı….

Sonra mahalle muhtarı, randevusunun önceki gün olduğunu sanarak, randevu günümüzde bir toplantıya gitti. Randevu günü arayıp 'Yettim gari muhtar' dediğimde ise 'Dün değil miydi, nmiye gelmedin' dedi bana. Neyse dedim, ertesi gün sabah için randevu talep etttim. Olumlu yanıt verdi. Eee bunda ne var demeyin, dinleyin. Birkaç saat sonra muhtarın karısı (!) beni arayarak ‘Kızım muhtarın kulakları duymuyor, sana yarına randevu vermiş herhalde’ dedi. ‘Evet, yarın sabah görüşeceğiz’ dedim. ‘İptal edelim onu muhtarın kulağı duymuyor’ dedi. Delendim, inanın delendim. Ama hiçbir şey söyleyemedim çünkü bugün duyduğum ikinci iptal talebi idi bu. En can alıcısı bu olduğu için öne aldım. Öncesinde de sivil toplum sayfası için randevu aldığım dernek yçneticisi rabndevuyu iptal etmek istediğini dile getirdi. Başımdan aşağı dökülen kaynar suyun sıcaklığı ve öfkemi anlatmayayım size artık. Zar zor, güç bela, lnetler okuyarak yeni bir mahalle ve yeni bir sivil toplum kuruluşu ayarladım….

Amaaaaaa, bunların hepsini unutmamı sağlayacak bir şey oldu bugün. Yine ufak bir oyun oynadım kendi kendime. Süper gülüşlü esmer bir çocukcağza, çapkın bakışlı bir yakışıklıya ‘aşık’ oldum. Ay gönlüm boş, istediğime konarım hem. Bunda yadırganacak bir şey yok ki. Hem bekarım hem de canım sıkkın. Avunacak bir şeyler ararım. Heyttt, açılın….

Not: Esmer uşaklardan gittiğimi fark ettim. Hadi hayırlısı diyorum: )

20 Eylül 2010

Dayılar kızlarına, halalar amcalarına?!?! Ya da her neyse...

Son günlerde hatta son yıllarda ‘Kız halaya, erkek dayıya benzer’ genel kabulünü yıkarcasına dayıma benzemeye başladım. Son zamanlarda kendimi çok sık düşünürken yakalar oldum. Evde bulaşıkları makinaya yerleştirirken, çamaşır makinasından çamaşırları çıkarırken, uyurken, durup dururken ‘düşünüyorum’. Rodin’in ‘Düşünen Adam’ı gibiyim. Dayım da öyle keza. Oturur ve etrafındakilerden bir anda soyutlanır.

Ne düşünüyorsun diyecek olursanız, hemen anlatayım. Mesela bulunduğum yeri, buraya gelmek için kat ettiğim mesafeyi, harcadığım zamanı, geleceğimin olup olmayacağını, geçekten koşulsuz, şartsız aşık olup olamayacağımı, kendi evimde yaşayıp yaşayamayacağımı, nereye kadar gideceğimi, şimdi nerede olduğumu, insanların ne düşündüğünü, ‘gamze iyi ama…’ cümlesinin içinde yer alıp almadığımı, benim için nasıl bir ‘yarın’ hayal edildiğini, kitabımı yazıp yazamayacağımı, hatta harekete geçöip geçemeyeceğimi çok ama çok merak ediyorum. Sen kendine güveniyorsun diyorlar bana, işte orada yanılıyorlar. Bazen otururken güvenimi nerede kaybettiğimi de düşünüyorum.

Hatta bir fıkra var, anlatayım da hem durumuma açıklık getireyim hem de şu genel kabulü yıkayım.

Bir çiftin erkek çocukları olmuyormuş, hep kız hep kız. Adam da artık bıkmış usanmış. Kadının son hamileliğinde adam uzak bir yerdeymiş. Kadın doğum yapınca aramış. ‘Hanım demiş ne oldu?’ Kadın ürkek ‘Bey demiş, ağzı burnu aynı sen’. Yanıtını alamayan adam tekrarlamış, ‘Hanım anladık onu da ne oldu ne?’, ‘Bey bir görsen ayağı, kaşı gözü aynı sen’. Adam artık dayanamamış, ‘Yahu kadın söylesene ne oldu?’ ‘Bey demiş, alnı, burnu aynı sen ama orası da aynı ben!?!?’.

Hınzır



Dün, ilköğretim etkinlikleri kapsamında bir köy okulundaydık. Aslında birkaç köy gezdik ama ilk durağımızda bir haylaz ile karşılaştım, onu paylaşmak istedim. İlkokula başlamış bir bıcırık, protokolün önünden önce bir su aşırdı, objektiflere yakalanmadan hemde. O yetmedi, arkadaşları da susamış olacak ki, İstiklal Marşı okunurken yavaşca protokolün masasına yaklaştı, eli suların birisinde gözü de protokolde bir şişe daha su aşırdı. Ve hemen arkadaşının yanına koştu. Çok tatlıydı, hareketleri görülmeye değerdi. İstiklal Marşı sırasında bastım bir kare çıkar umudu ile, gökyüzü biraz patladı ama onun o halini yakalamış bulundum. Buyrun bakalım...

17 Eylül 2010

Müzedeki yakışıklı


Dün kendi kendime eğlenceli bir oyun oynadım. Müzenin kafesinde çalışan çocuğa aşık oldum. İtiraf etmeliyim ki çok da zevk aldım.

Dün bir iş için müzedeydim. Önce görüşeceğim kişinin yanına gittim. O arada birbirimizi gördük. Ona ‘birazdan geleceğim’ işareti çaktım, başıyla onayladı ben de işime döndüm. İşim bitince cafesine girdim müzenin. O birisi ile konuşuyordu. Cebindeki son parayı taksiye vermiş olan ben, ‘umarım bankamatik kartım sorun çıkarmaz’ diyerek kasaya yaklaştım. Bir kahve söyledim sonra onun yanına gittim. Ayak üstü sohbet ettik. “Burası güzel olmuş” dedim. O sevimli sevimli gülümsedi. Onunla konuştukça ben terledim, içimden ‘saçmalama kızım’ desem de yemedi. ‘Ben dışarıya çıkayım’ dedim, ‘sigara molası mı’ dedi elimdeki kahveyi göstererek, ‘yok’ dedim, ‘sigarayı bıraktım, hava sıcak burada’ diye ekledim. ‘Beni sen heyecanlandırdın ahmak, ya da ahmaklığıma ben heyecanlandım da terledim’ diyemedim. Dışarı çıktım, kahvemi içerken bir taraftan da bulabildiğim tüm camlara bakarak onu kestim. Evet evet arsızlık yaptım. Ama çok eğlendim. Ondan, müzeye dair bir sır öğrendim ve müzeden ayrıldım.

Ben dün bir oyun oynadım kendime. Ve aşkın ya da heyecanın ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırladım. Uzun zaman oldu da, unutmuşum….

14 Eylül 2010

Kendime küçük bir not. Unutmamak için...

‘O’ seni terk ettiğinde, birkaç damla soğuk gözyaşı döktün. Hatta neresiydi orası, hah bir çay bahçesi. Onun duvarına oturup sokaktan gelen geçene bakıp yüreğindeki boşluğa anlam vermeye çalışırken bir arkadaşını aradın.Telefonun diğer ucundan gelen ‘Neyin var?’ sorusuna ‘neyin’ olduğunu bilmediğinden cevap ararken, ısrarla zikredilen ‘Yanına geleyim’ teklifine itiraz ettin. Sen normalde ‘terk edildiğin’ zamanlar, ki bu zamanlar son yıllarda artmıştı, kendini eve kapatırdın. Kalabalıklaştığından beri yaşadığın alan, kendini dışarıya vurmaya başladın. O yüzden eve gitmek yerine dışarıda kalıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istedin, yapamadın. Bir taraftan ‘bunun olacağını biliyordun’ diyerek teselli ettin kendini o lanet olası duvarın üstünde. Sen soğuk gözyaşlarını dökerken herkes sana bakıyordu. Çünkü hırıltıya benzer bir ses çıkarıyordun. Kalbinle ağzın arasına sıkışan duyguların çıkmamaya direniyordu. Bir yandan bunlarla uğraşırken bir taraftan da ‘neden ben’ diye o aptal soruyu sordun. Bu soru seni kendine getirsin istedin. Olmadı. Terkedilmişliği yediremedin. Özledim de özledim diye ağlaşıp durdun. Sonra ne yaptın? Ertesi gün hayatı başka bir erkeğin dudaklarında aradın. Şimdi bana hikaye anlatma ‘özledim’ diye. Sakın ola ki hayaller kurma ‘bana dönecek’ diye. Bunu sana ‘O’ yapmış olsaydı, sen onu terk ettiğin halde hem de, ağzına sıçardın. Oysa sen gidip hemen başka bir erkeğin kollarına atıldın. Bana ‘ben duygusal kadınım, sevmeden asla sevişmem’ masalları da okuma. Sen de onlardansın, insansın, yavşaksın, duygusal bir köpeksin. Unutma, sen de terk edildiğin kadar terk edenlerdensin. Zalim ve duygusuzsun. Sen hem her şeysin, hem hiç. Hem burun kıvırdıklarındansın, hem de burun kıvrılanlardan. ‘Sen’ de ‘O’nlardansın…

13 Eylül 2010

Eyy aşk neredesin?




Bu filmi izledim az önce. Esasında bir aşk filmi değil. Ama aşka susamış her insan bu filmin bir 'aşk' filmi olduğunu iddia edebilir, edemese de düşünebilir. Ben sanırım düşünenlerdenim:) Aşka susadım ben ya. Heyecan istiyorum heyecan. Böyle kanım sıcak aksın, midem ağırsın, kalbim sıkışacak gibi olsun istiyorum. Hey hayat çok şey mi bekliyorum??? Mesela Tayanç gibi birisi hiç fena olmaz ;)

Ben şimdi bir de buna takarım

Sonucu zaten herkes biliyor. Fazla söze gerek yok. Bugün sessizlik hakim burada. Aman bozulmasın da. Yorgunum, uykum var. Evde anne ile baba yok. Bunu nasıl değerlendiririm bilmiyorum:) Anacım değerlendirecek kimse de yok. Yok, eline şans geçer kimse olmaz, kimseler olur elinde şansın olmaz. Ne adaletsiz dünya canına yandığım!!! İsyan ediyorum ulen bu zamansızlıklara. Bir de 'neden ben neden ben' diye çığrınıyorum! Offff, ben şimdi buna takar dellenirim:)

12 Eylül 2010

Blog beni mi deniyor acaba?

Öğlene doğru belediye başkanının oy vereceği okula gittim fotoğraf çekmek için. Daha vardı gelmelerine. Birisini gözüme kestirdim bahçede bankta oturan. Gittim yanına oturdum bende. Makinamı çıkardım, hazırlıklarımı yaptım ne olur ne olmaz diye. Gazeteci misin diye sordu. Evet dedim. Hangisi diyince cevap verdim, ‘olmadı işte’ dedi. Ekmek parası abi dedim. Erzincanlıymış, Tercan’dan Dev Solcu imiş bir de eskiden. 18 defa yargılanmış, siyasetten. Gelip gidenleri sayıyordu en son. Bunlar evet bunlar hayırcı diye. Sohbet ettik, sonra da gitti yerine bir başkası geldi. O da bizim muhtarın eşiymiş. Önce evet der gibi konuştu, sonra hayıra döndü. Az sonra da hala kafasının karışık olduğunu söyledi. Benim de kafamı karıştırdı. Evet’ci mi Hayır’cı mı anlamadım.

Not: Bugün referandumla ilgili kusturacağım sizi. Heyyy duyan var mı beni :) Bu arada bu blog bugün yazdığım yazılara 11 Eylül tarihi atmış, nasıl neden bilmiyorum. Sinir oldum ama!!!

11 Eylül 2010

Portakal bahçeleri de gitti




Bu fotoğrafı dün çektim. Artık herkesin aşina olduğu karmakarışık bir kent kesiti. Orta okuldayken okuduğum okulun eskiden portakal bahçesi olduğunu söylediklerinde çok üzülmüştüm. Hoş şimdi bir meyve suyu şirketinin projesi ile meyve ağaçları dikiyorlar ama eskisi gibi olmayacak tabi. Şehir içinden çıkılmaz bir karmaşaya doğru gidiyor. Fasulyelerin topraktan çıkışını izleyerek büyüyen birisi olarak bu hiç hoşuma gitmiyor...

Sonunda ben de o lafı ettim

Ayyyyy, itiraf ediyorum ben de yaptım...

Sabah evimin karşısında bulunan okula oy vermek için girdim...

Oyunu verip çıkanların yüzlerini görmek valla çok şeye değerdi...

Neyse, anlatacaklarım bunlar değil.

Ben de oyumu kullandım.

Ama çok heyecanlandım...

referandum süreci boyunca 'hayır' ve 'evet'leri itina ile kullanan siyasilerle dalga geçtim...

Peki ben ne yaptım?

Oyumu kutuya atarken "hadi hayırlara vesile olsun" dedim. Sandık görevlisinden birisi güldü diğer somurttu. Birisinin hoşuna gitmedi. O değil de, bu laf benim ağzımdan nasıl çıktı ya:)

O insanlara...

Bazı şeylerin sadece o gün, mesela ölüm gününde, doğum gününde, hatırlanmasından hoşlanmıyorum. ama işin içine gittikçe silikleşen insan hafızasını ekleyince de kızamıyorum. Mesela ben, hayatım boyunca kimsenin doğum gününü doğru düzgün hatırlamadım. Bazı özel günleri ise bende bıraktıkları etki nedeni işle birkaç yıl hafızamda saklı tuttum, sonrada sildim. Bunları niye mi yazdım…

Bu sabah orta okuldan çocukluk arkadaşımı gördüm dolmuşla geçerken. En son ‘haftaya görüşelim ararım seni’ demiş aramayı unutmuşum. Onu görünce aklıma geldi. Geçenlerde gördüğümde ‘Bugünlerde doğum günü olacaktı onun, eve gidince defterime baakyım2 diye geçirmiştim, bugün de aynı şeyi aklımdan geçirdim. Hatta o gün aklımdan geçen şeyi hemen unuttuğum için de kızdım kendime.

Az önce bir gazetede Hrant Dink için hazırlanan bir sayfayı gördüm. Sabah ne gariptir onu konuştuk, hem de yersiz ve alakasız bir yerde. İşte az önce de böyle bir tesadüf geldi önüme. Bazen ileride çok yalnızlaşacağımı düşünüyorum. Sadece kendimle kalacağımdan mesela. Aslında şimdilik bu fikir bana çok kötü gelmiyor, kendimle birlikteyim ama ileride. Ne bileyim. Yani bana Hrant Dink’i unutmak, yok yok unutmak demeyelim, onun öldürüldüğünü unutmak hiç iyi gelmedi. Bugün dedim, bir kitabında, basılamayan o kitabında, öldükten sonra basılan o kitabında, bazı bazı Ermeni milliyetçiliği söylemleri vardı, sezdim, sezmişler de. Ama bunlar birisini öldürmek için sebep değil dedim. Yüzümün önüne geldi cenazesi. Rakamlarla aram yoktur, karınca gibiydi insanlar. Çokluğunu ancak böyle anlatabilirim. İnanılmaz hastaydım, sancılıydım, zor yürüyordum, gittim gidebildiğim yere kadar. Ne kalabalıktı, çok hem de çok. Herkes ‘sebepsiz, anlamsız, saçma’ bir cinayete lanet okumaya gelmişti. Ben de…

Bunları niye yazdım, aklıma gelmişken unutmadığımı belirtmek için. Biraz bölük pörçük oldu ama…Dostlarımı zaman zaman, yok sık sık unutuyorum. Affedin bugünlerde biraz kendimleyim. Az sonra döneceğim ama, az sonra… Ben sizin bıraktığınız yerde olacağım hep olduğum gibi, siz de benim bıraktığım yerde…


Not: Ben Hrant Dink ile yüz yüzehiç tanışmadım. Bir gün Radikal’de Yıldırım Türker’in köşe yazısında okumuştum bir sözünü. Şöyle diyordu, “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır” Aldım bunu mail adresimin imza köşesine yapıştırdım, altına da adını yazdım Hrant’ın. Bunları niye mi yazdım? Bazen insanları tanımak gerekmiyor acılarına ortak olmak için. Aynı pencereden bakmak dünyaya, aynı şeylere ağlamak bile yetiyor. İşte ben bu yüzden tanımadığım o insanları da dostlarımı da çok seviyorum.

Ucu kırık iki kelam

"Hücremdeyim, hasretinle yanarım
senin için her gün, her gün ağlarım..."

Ne güzel söylemiş...

Ha bir de;

"Yaktın ciğeriğimi yaktın
Yapma sevdiğim"

Offfff, arabeskim bugün.

Fenayım, hem de çok...

09 Eylül 2010

Nasıl bir başlık atılır ki şimdi buraya?!? Bilemedim

Çok mu çabuk pes ediyorum bilmiyorum. Ama gerçekten çok yoruldum. Referandum sürecinin ramazan ayına denk gelmesi hiç iyi olmadı. Zira Ankara’dan kalkan soluğu burada iftarda aldı. iftarın ana konusu ise referandum oldu. Hayırcıların konuşurken ‘evet’ , ‘evet’cilerin de konuşurken ‘hayır’ dememeye dikkat etmeleri görülmeye değerdi. Onlar böyle bir yarışın içindeyken biz ellerimizde laptoplar koştuk durduk peşlerinde. Ne oldu? Bilmiyorum. Ama inanın ben sizden daha çok merak ediyorum referandum soncunu. Pazar günü çalışacağız, heyecanla bekleyeceğim. Tabi sonrasında da genel seçim çalışmaları başlayacak. Bu yıl anlayacağınız beni benden alacak… İnanın şu sıkışıklığa bir aşk sığdıramazsam yaşlanıp öleceğim. Kasım da aşk başkaymış, Kasım’ı beklemekteyim… Kasım’ı değil, aylardan Kasım’ı :)

Uzun zamandır yazamıyorum buraya. Gerçekten yorulmuşum. Hem zaman bulamadım hem de asabiyet timsaliydim bir süredir. Çemkirip durdum insanlara. O arada da kafamı toparlayıp giremedim bloglara. Oysa çok susamış bir insan nasıl su içerse kana kana, ben de öyle okuyordum blogları. Hem kafam dağılıyordu hem de bir şeyler üretmek, üretenleri görmek hoşuma gidiyordu. Ama olmadı işte, affola…
Geçen haftalarda çok şey yaşandı. Yazamadım. Hem biliyor musunuz, ben bir zamanlar günlük tutardım, hep olumsuzlukları yazardım içine. Yaşadığım olumlu şeylerin tadını çıkardığımdan herhalde. Burası da öyle oldu sanki. Ama şimdi kısa birer demet sunacağım sizlere…

Kısa kısa...

Rejime başladım ya ben. Ama bir türlü spor yapamadım. Bu arada bugün iki tane baklava yedim, hoooppp. Ama niye yedim sorun bi, sorun bi. Sabah uyandım, dün gece İstanbul’dan misafirlerimiz gelmişti. Bayramın ruhuna aykırı olarak geç kalktım, ya da uyuyabildiğim kadar uyudum. Zaten erken uyansam bile heyecanla giyineceğim bayramlıklarım yoktu benim. Sonra bişiler yedim, ev berbattı. Herkes gitmişti bi ben kalmıştım. Evi dipten bucaktan temizledim, öldüm öldüm. Hem o ara şekerim düştü, bakın dikkat edin, dolaptaki çikolatalara dokunmadım bile. Baklavaları yedikten sonra da pişmanlık duydum zaten. Ama yedim işte itiraf ediyorum.

Şu referandum programlarından yoğundum dedim ya. En son Kılıçdaroğlu’nu takip ettim. Sonra da tatilime girdim zaten. Ama o gün öldüm öldüm. Birinci sebebini birazdan anlatacağım ama ikincisi beni mahvetti. Şimdi takip ederken o zatı, bir yandan da haber geçmek gerekiyor ve ben araba yürüyorken haber yazamıyorum. Miğdem ağzıma geliyor resmen. O gün ben bembeyaz bir suratla günü tamamladım. Öldüm öldüm bittim. Her seferinde ‘bir daha ki sefere bulantı hapı alacağım’ diyorum ama unutuyorum. Ama bu işi yapacaksam buna bir çare bulmam lazım. Bizim kaptan bir damla benzin yut önerisinde bulundu. İğğğğğ, miğde bulandırıcı bir tavsiye. Ya bu arada aklıma geldi. Biliyor musunuz ben çocukken banyo yaparken de banyoda miğdem bulanırdı. İlginç. Hala bir tomar kıl yutmuşum gibi anımsıyorum o günü….

Kılıçdaroğlu’nu takip için yola çıktığımızda da daha ilk adımda ölümden döndük resmen. Bizim ofis son derece modern (!) bir binanın 4. Katında. 3’ten 2’ye inerken asansör kırıldı. Evet yanlış duymadınız, kapısı yamuldu ve sıvaları döküldü. Asansör sıkıştı. Eğer sıkışmasaydı ve biz yere düşseydik şimdi ben yoktum. Ve bu asansör bir gün önce onarılmıştı. Yok yok bizim ofisin duvarlarından kışın yağmur yağınca suların ofisin içine aktığını söylemiycem. Ha bir de şu teknoloji harikası hareket sensörlü ışıkların önünde kendinizi paralayınca yandığını da. Yok yok söylemiycem bende kalsın…

Ha bir de ben geçen hafta bol bol küfür ettim. Rahatladım, ohhhh. Arabayı hızlı kullandılar bastım küfürü, küfür etmem kzıdılar bastım küfürü, saçmaladılar bastım küfürü bastım küfürü. Olmayacak şeylere de bastım küfürü. Bastım ve rahatladım…

01 Eylül 2010

Özgünlük istiyorum derken...



Geçen kış sürekli bir bara giderdik, yok yok ondan önceki kış. (Yaşlandım). İçer ve o berbat müziği dinlerdik. Bir süre sonra baktım ki bu adamlar Serdar Ortaç gibi kendilerini tekrarlıyorlar. Aslında kendilerini değil de nasıl derler, başkalarının parçalarını ve müziklerini kötü bir şekilde taklit ediyorlar. Özgünlük istiyorum diye çırpınırken arkadaşım bana şunu gönderdi. Süper, beğendim hatta canlandım ve renklendim. Siz de dinleyin…

30 Ağustos 2010

İlk günler çok önemlidir

Hayatınızın bir çok döneminde 'ilk gün' yaşamışsınzıdır. Okulun ilk günü, sevgilinizle ilk gün, ilk öpüşmeniz falan filan. Şimdi ben de iki ilk günümü sizinle paylaşmak istiyorum. Efendim öncelikle sigaradaki ilk gün sıkıntılarımı atmış bulunuyorum, bir süre önce attığım 'Ben istediğim zaman bırakırım, zaten içime çekmiyorum' nidalarımın ne kadar da boş olduğunu şu an anlamış bulunmaktayım. Zira dumanı çok çekici geliyor hala. Neyse, hayallerden vazgeçmemek için devam edceğiz. Ve ikinci ilk günü de dün başladığım diyetle halletmiş bulunuyorum:) Diyette güzel bir ilk gün geçirdim, akşam aç uyudum evet ama güzeldi be:)Savrulun ben geliyorum:)

Bir kere daha ben...




Sabahleyin fotoğraflarımı karıştırıyordum. Bu çocuğun fotoğrafını buldum. Fotoğraflarla photoshop programında oynamayı sevmem pek. Denemek için bir hafta kadar önce bu fotoğrafla oynamış renkleri daha belirgin hale getirmiştim. Çocuğu görünce bisiklete binemediğim aklıma geldi. Liseye giderken benden 10 yaş küçük olan erkek kardeşim öğretmişti bana binmeyi oysa. Hep 4 tekerlilere binmiştim o zamana kadar. Neyse, başarılı bir Pazar günü denemsinin ardından bir daha binmemiştim iki tekerlekliye. Neden bilmem ama korkuyorum işte. Korkularımla yüzleşmek konusunda da pek ısrarcı değilim. Ha bir de bugün rejime başladım. Ot yiyiyorum, hadi hayırlısı…

Not: Sakın bana şunu ye bunu yeme diye öneride bulunmayın. Çünkü ben artık bir diyet uzmanıyım…

28 Ağustos 2010

İbreti alem için



Tamam muhtarım, sizin bir suçunuz yok. Ama artık burama kadar geldi. (Sayın okuyucu buram, burnum ile alnım arasında olan kısımdır) O yüzden kusura bakma ibreti alem için bunu yayınlıycam. Çünkü ben senin gibi diğer tüm muhtarlardan da 12 punto ile bir word sayfasına bilgisayarda tam bir sayfalık köşe yazısı beklerken siz bana her Cumartesi günü, hem de tatilime rahat rahat girtmedği bekleiğim o gün böyle abuk abuk köşe yazıları gönderiyorsunuz. Pes artık ya pes... Bıktımk ben de ya her Cumartesi muhtar kimliğine bürünüp bir sayfada tekrarladığım cümleleri karalamaktan. Ayhhh geliyorlar bana!!!

Not: Şahsın ismini karalamaya çalıştım pek beceremedim. Olsun artık o kadar da ibreti alem için dimi ya.

O zıkkımı bir daha zor içerim

Dün arkadaşımla önce yemek yedik, ardından bir cafeye gidip çay ve sigara içtik. O yaktı ben yaktım o yaktı ben yaktım. Başım döndü, sarhoş oldum, miğdem bulandı neredeyse yediklerimi çıkaracaktım. Oradan bir bara gittik, çok olmasa da yetenekli bir grubun zevksiz müziklerini dinledik. Ben soda söyledim o votka vişne. Bir yudum bardaklardan bir nefes sigaradan çektik. O yaktı ben de yaktım, o yaktı ben yine yaktım. Yemek sonrası aldığım bir paketin dibini 3 saatin sonunda gördüm. En son kalanları da çoğu zaman yaptığım gibi ‘Bu paketi sen al ben bir daha içmeyeceğim’ diyerek arkadaşıma verdim. Sabah annem bana ‘senin yüzüne ne olmuş böyle, krem sür biraz kararmış’ dedi. ‘Sigaradan’ dedim bende. Genç yaşımda yaşlandım yahu. Şimdi de oturmuş gazetenin sivil toplum sayfası için Yeşilay Cemiyeti ile yaptığım çalışmayı hazırlıyorum. Ağzımın içindeki kaslar, artık sigarayı nasıl sömürmüşsem çok fena ağrıyor. Başım desen bir bidon alkol içmişim gibi ağırıyor. Evet sevgili beyler bayanlar, sigaraya savaş açtım. Bir daha sigara içen hayallerine kavuşamasın inşallahhh… Aha kendi kendime büyük beddua ettim, zor içerim. Çünkü hayallerim benim her şeyim…

Not: Buraya çürümüş cigğer fotoğrafı koymadım. Paketlerin üzeirndeki yazılar ve resimler bile bizi caydırmıyorken, çürük bir ciğer resmi hiçbir şey ifade etmez diye düşündüm. Ha bir de sabah arkadaşıma 'Bir daha sigara istersem bana verme, verirsen seninle konuşmam. İçmek istersem de içirme' dedim. Anasını satayım alkole de savaş açtım sigaraya da. Ruhumu ve bedenimi temizliyorum a dostlar:)

27 Ağustos 2010

Heteroseksüelim ama hatunları kesiyorum

Bizim işin bazı hastalıkları var. Yani uzun süre yaptın mı bu işi, yaşlanınca kesin yamuluyorsun. Ne bileyim belin tutuluyor, kadınsan uzun süre ayakta kaldığın için varisin falan oluyor, kamburun çıkıyor falan filan. Bir de bizim mesleğin içine aldığı kadınlara karşı özel bir empoze sistemi çalışıyor. Bir kadın, özellikle işi masaya yumruğunu yaparak yapıyorsa, işte onu sistem ‘erkek’ olma yolunda emin adımlarla sindiriyor. Nasıl mı? İşte böyle….


İşe girersin, ilk yılında telefonda konuştuğun kişilerle ‘siz’li ‘biz’lisindir. Bir süre sonra bakarsın ki bu insanlar ‘abla ve abi’ olduklarında ziyadesi ile iletişim sağlam ve temiz oluyor. Sen de erkeklere ‘abi’ kadınlara da ‘abla’ demek sureti ile haber kaynaklarınla samimi iletişime geçersin. Bu sürecin sonrasında ise bir diğer aşamaya, ‘küfür söyleme sanatı’ aşamasına atlarsın. Gündelik yaşantısında öfkelendiğinde ufak tefek küfürleri içinden eden birisisindir ha bir de sinirlerine hakim olamayan bir hatunsundur da bu evreye geçtiğinde küfürleri sesli ve oldukça ‘sert’ etmeye başlarsın. Hani kadın olarak beceremeyeceğin tek bir şey vardır ya, küfürlere pelesenk olan, işte onu ağzından düşürmezsin yapamayacağını bile bile. Erkek arkadaşlarınla selamlaşmak için el uzatmazsın da, sırtına vurarak ‘naber abi’ dersin. Bir süre sonra onlar gibi kadınları izlemeye başlarsın , yanında bulunan erkek arkadaşına ‘Abi baksana hatuna, off off’ derken bulursun kendini. Sistemin seni yavaş yavaş ele geçirdiğini ise ancak bir erkek arkadaşının ‘Ya biraz kadın olsana’ çığlığı ile fark edersin. ‘Ulan beni siz bu hale getirdiniz’ diye yüklensen de, onların ‘Ya biz meslekte kadın istiyoruz, kadın gibi kadın. Bizden zaten çok var’ yakarışlarını dinlersin. Kulak ardı mı edersin? Zaman zaman, çünkü zaman çoktan geçmiş ve sen her yerde rahatça küfür edebilen, ağabeyleri ablaları olan hatta hatun kesen bir ‘kadın’sındır. Ya da hem Heteroseksüel hem de kadınları kesen bir varlık…

26 Ağustos 2010

Sıcak tutmak için

Çok yoğun, çok yorucu geçiyor. Hasta olacağım galiba. Yazmak istediğim çok şey var aslında. Mesela referandumdan bahsetmek istiyorum, bir kesimin 'evet' bir kesimin de 'hayır' korkaklığından. Hayır siyasi propaganda yaparak değil, şeker tadında. Ama gücüm yok. Başlıyorum, siliyorum, başlıyorum, siliyorum...



Bu yüzden bloğu sıcak tutmak adına dün 'mahalle sayfam' için gittiğim muhtarın fotoğrafını yüklüyorum. İçerisi muhteşemdi, tam bir köşk. Ben böyle muhtarlık görmedim. Muhtarı fırsatını buldukça manken gibi kullanıp çektim. O da sesini çıkarmadı sağolsun. Arayıp 'çayı demledim gel' dedi. Gittim çayımı sigaramı içtim. Etraftan gözümü alamadım. Antika eşyalarla dolu içerisi, antika demeyelim de eski, tarih kokan. Hiçbirisine de para vermemiş. Kepez Mazı Dağı'nın eteklerindeki evinin manzarası 'ANTALYA', hurdacıların akın ettiği yer. Onlardan toplamış bir iki eski eşyayı ve odası dolmuış. Eski radyolar ve iğnesi kırık pikapsa süperdi. Masasının arkasında kocaman bir Atatürk resmi, çok güzel bir hava katmıştı odaya. Flashım yoktu, elimden geldiğince çekmeye çalıştım. (Bu sadece odanın bir kısmı) Giderken de Kayserili muhtarımdan Kayseri mantısı sözü aldım. Oohhh yiyeyim de yarasın:)

24 Ağustos 2010

Hurafeler ya da Hırrrrrr




Küçükken 'mezar taşlarının üstündeki isimleri okursan ömrün kısalır' derlerdi. Az önce habere giderken belediye mezarlığının yanından geçtim. Gördüğüm bütün mezarların üzerindeki isimleri adları ve soyadları ile okudum. O yetmedi bazılarının üzerlerine düşülen 'anlamlı'notları da ezberledim. Onu da geçtim, makinamı çıkarıp fotoğraf çektim. Ve şimdilik hayattayım. Ölmekten korkan ben neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. Sanırım hurafelerime savaş açtım.


Not:Olur da yakın zamanda ölürsem birileri gazeteyi arayıp benim bloğu okumasını söylesin. Zira bomba gibi haber, 'Mezar taşlarının üstündeki isimleri okudu. Okuduktan üç gün sonra öldü' :))

23 Ağustos 2010

Biraz Türkçe biraz hınzırlık, işte sonuç

Bazen biz de kendi aramızda işte böyle eğleniyoruz. Sabah mahmurluğu ya da günün sıkkınlığını atıyoruz üzerimizden.




Türkçe ‘değişik’ bir dil. Ve ben bu ‘dil’i seviyorum. Bazen bizi edepsizleştirse de :)



*Toplantıda basın mensuplarının oturacağı bölümdeki masaların üstüne ‘Basına Aittir’ yazılı kağıtlardan koymuşlardı. Hınzır bir arkadaş masaya oturur oturmaz bazı harflerın üstünü kapattı ve ortaya bu çıktı. Bu arada, birisi çıkar dellenir, aman ha. Kesinlikle basın mensubu arkadaşlarıma hakaret içermiyor.

Yollara da düşmedim, sadece kendimi arıyorum?!?!?!

Bakımsızım
Kirliyim
Tembelim
Suskunum
Sinirliyim
Küfürbazım
Dengesizim
Terliyim
Şişkoyum
Boşvermişim
Salaşım
Kararsızım
Durgunum
Buruğum
Sevimsizim


Oturdum ‘Ben neyim?’ diye düşündüm. Ortaya bunlar çıktı. Sonra oturdum bunlardan bir şarkı sözü yazılır mı diye düşündüm. Bir şeyler karaladım, sonra birileri yazsın ben söylerim dedim, vazgeçtim. Ama düşündüm, düşündüm, bu şarkının başlığı ne olur diye kafa yordum. ‘Ben ölmeyeyim de kim ölsün’ koymaya karar verdim. Sizce nasıl yaptım?

19 Ağustos 2010

Ben daha çocukken...

Çocukken öğrendiklerin, yaşadıkların gerçekten sonraki yaşamına büyük etkisi oluyormuş. Nasıl birisi olacağını belirliyormuş. 27 yaşıma geldim, bunu tescilledim. Neden mi?

*Ağa dedem (annemin amcası) çocukken oje sürmeme kızardı, günah diye izin vermezdi. (Ona neyse!) Biraz büyüyünce bunun ‘saçma’ olduğunu anladım, ama onu ilk gördüğüm yerde de tırnaklarımı sakladım Şimdi ojesiz dışarıya zor çıkıyorum.

*Ha bir de ‘kızlar pantolon giymez’ diye bir kuralı vardı. Çocukken elbise ile dolaştım durdum. Geçtiğimiz yıl, bir mahallede, yani tanıştığım sakallı bir dede (bizim memleketten) ben pantolon giyiniyorum ve başım açık diye beni ‘kötü kız’ ilan etse de favorim kesinlikle pantolon. (evet popom yok ve elbiseler, etekler güzel durmuyor )

*Ben çocukken Barış Manço’nun yüzüklerine bakar, ‘Onunla tanışınca birisini bana verir mi?’ diye düşünüp dururdum. Onunla tanışma fırsatım olmadı ama onun gibi yüzüklere sahip oldum. Yüzüklerimi çok seviyorum

*Daha anaokuluna giderken bize paylaşmayı öğretmişlerdi, çok kardeşimin olması da etkili oldu ki şimdi bana göre ‘yüreği yumuşacık’ bir hatunum

*İlkokulayken Ankara’dan bir öğretmen atanmıştı, adı Feyza Çobanlar’dı. Bizim sınıf öğretmenimizdi. İlk o kitap aldırdı bana, ilk kitabıma onun sayesinde sahip oldum. Şimdi kitaplarım benim hayatım.

*İlkokul beşinci sınıftayken bir ‘bit’ salgını başladı. Akıllı öğretmenim sınıftan bir arkadaşıma saçlarımızı kontrol ettirdi. Sıra bana gelince sırf ‘doğudan’ geldim diye ‘Gamze kaşınan yerlerini göster’ diye sınıfın içinde bağırdı. Ben temiz çıktım, bizi kontrol eden arkadaşın kafasını ise öğretmenimiz baktı. Bitleri görünce bir çığlık atıp kızı eve gönderdi. O gün bildiğim şeyi ezberledim ve kimseyi hayatımın şu aşamasına gelinceye kadar ‘ötekileştirmedim’