31 Aralık 2011

Dünyayı kurtaran kadın...



Çok değil, birkaç yıl önceydi.Ben dünyayı kurtaracaktım…

Sonra birdenbire her şey altüst oldu.

Şu bisiklet gibi. Kullanılmış ve atılmış hissediyordum ruhumu. Kendimi işe yaramaz birisine benzetiyordum. Yavaş yavaş buna inanmaya başlamışken, dostlarımın desteği ile kendime geldim.

Sonra…

Sonra hayallerimi bıraktığım yerden aldım. Araya zaman girdi, heyecanımın dozu zaman zaman düşüşler gösterdi, üretmekten değil belki ama düşünmekten hiçbir zaman vazgeçmedim… Ben kendim için yapamayacağım şeyi yaptım, hayallerimi tamir ettim. Bu çocukların ‘özgürlük’ hevesi taşıdıkları gibi.



Şimdi…

Şimdi, bulunduğum yerden baktığımda kırımızı tişörtlü çocuğun bisikletine bindiği ilk günün heyecanını taşıdığımı hissediyorum.

Hayallerim bıraktığım yerde değiller. Ruhum daha bir güven veriyor bana. Önümüzdeki yıla dair hayallerim var.



Misal, şu çocuğun kırmızısı, mavisi beni çok heyecanlandırıyor. Bugün ki ben için değil de, çocuk kalan ben için artık harekete geçiyorum…

2012 yılının hayallerin gerçekleştirildiği bir yıl olmasını diliyorum. Ben bu yıl dünyayı kurtaracağım, inanıyorum…

Kırımızı papuçlu gazeteci gelin...



Düğün öncesi çok üfürdüm biliyorum. Yok efendim ben öyle çalgılı çengili düğün yapmam, yok efendim gelinliğim kısa olacak, yok efendim ayağıma topuklu ayakkabı kesinlikle geçirmeyeceğim diye.

Peki ne oldu?

Aile eşrafının kararı ile düğün yapılmasına karar verildi. Hava şartlarından dolayı açık bir yerde yapılamayacağı için ve kesinlikle(!) nikah fikrine sıcak bakmadıkları için bir düğün salonu bulundu. Benim ‘yuvarlak masa’ takıntım da göz önünde bulundurularak salonu yuvarlak masalarla bezeli bir salon da tutuldu. Kuru pasta limonata tadında, çalgılı çengili (salonun sahnesi insan boyunu geçiyor, çok çirkin) bir düğün yapılmasına karar verildi.

Gelinlik derseniz, kısa olsun hatta gelinlik hiç olmasın be kot tişörtle de gider düğün yaparım diyen bana inat yine aile eşrafının istediği oldu. Elaleme ne deriz sıkıntısı ağır basınca gelinlikçinin yolu tutuldu. Kardeşten kalma bir gece elbisesi model olarak önerildi, üzerinde birkaç değişiklik yapılarak modele karar verildi.



Söz konusu damat 1.92 boyunda olunca ve gelin de 1.58’lik boyu ile damadın koltuk altı hizasına gelince ayakkabı için de bir seçim yapmak gerekti. İnce topuk giyilemediği gerçeği göz önünde bulundurularak girilen ilk ayakkabıcıda platform ayakkabı denenerek alındı. Rengi konusunda ise kırımızı olması ısrarla istendi.

şimdi ben bu kırmızı ayakkabılarla bugün gelinlik provasına gideceğim. Düğünde de konsmatris havasında masaları gezeceğim. Oynamaktan nefret eden bünyem, düğünde şayet birkaç duble bir şey yuvarlarsa ancak sahneye kendisini atacağından pek bir meshudum. Ben hala bir doğa olayının yaşanmasını ve düğün yerine nikahla kurtulmayı umuyorum.



Ha bir de düğünde çalınacak şarkıların Türk Halk Müziği’nin ‘oynak’ havalarından olmasını istiyorum. Eğer varsa aklınızda bana birkaç parça lütfen söyleyin. Şayet orkestra ‘Angaranın kızları da büklüm büklüm yolları’ diye bir şey çalarsa, o sahneye atlar onların saçlarını başlarını yolarım. Benim düğünün böyle bitmesini istemezsiniz değil mi:)?

27 Aralık 2011

Bugün benim şanslı günüm...



Az önce ofisin zili çaldı. Bizim apartmanın yöneticisi bize takmış bir kere, kapılar artık ‘kim o’ denilerek açılıyor. (Gazeteye her gün binlerce kişinin girip çıktığını iddia ediyor da kendisi. Yani apartmanın huzurunu bozuyoruz) Her neyse, abla açmaya gitti kapıyı. Kim gelmiş dedim. ‘Posta dedi galiba’ diye yanıt verdi. Evet gelen postacıymış. Hemen baktım PTT’mi diye, evet oydu. (sanki başka postacı varmış gibi) Ofisten bir arkadaşa kredi kartı faturasını getirmiş. Bana yok mu dedim, yok dedi. Baktım bir dosya var, üzerinde de ‘Leylak Dalı’ yazıyor. Abi dedim sen var ya sen, ver hemen paketimi o benim.

Aldım paketimi. Geçen hafta ‘keşke ben de kart atma etkinliğine katılsaydım’ dediğim Leylak Dalı ‘adresini ver ben de sana göndereyim’ demişti. Hemen kabul etmiştim. Bekle bekle gelmemişti kartım, her gün posta kutusuna bakıyordum.



Meğer kargom ağırmış, yanında bir kitap bir de dünyalara değer bir şans parası varmış. Ben Seyhan’ın kitabı gelsin de öyle tanıtayım kitaplarımı derken Leylak Dalı’nın da hediyesi çıktı. Sunay Akın’dan ‘Tuncay Terzihanesi’ adlı kitabı. Sunay Akın’ın yıllar önce bir kitabını okumuştum. Adını anımsamıyorum şimdi ama çok zevkli ve öğreticiydi. Bu kitabın da öyle olduğunu düşünüyorum ve tekrardan Leylak Dalı’na teşekkür ediyorum… Çok mutluyum çok :)

İşte hediye(!) kitaplarım...



Geçtiğimiz haftalarda başlattığım ‘kumbara’ kampanyasını okuyanlar bilir. Okumamış olanları şöyle buraya davet edeyim. Neyse efendim, o kampanya kitap almak için başlatılmış olup amacına ulaşmadı. Ama beraberinde çok güzel hediyelere sahip olmamı sağladı.

Sizi sürekli oraya buraya sürükleyeceğim ama olsun. İlk hediyemi de şurada yazmıştım. Bir daha yinelemenin anlamı yok diye düşünüyorum. Siz oradan okuyadurun ben size yeni cicilerimi tanıtayım efendim…

İlk kitabımız Kelebek. Henri Charriere tarafından 1968 yılında yayımlanan ve yazarının başından geçenleri anlatan otobiyografik roman olan Kelebek ile tanışıklığım Ankara’da İmge Kitapevi yıllarıma dayanır. Almayı ertelediğim kitaplardandı. Ofis arkadaşımın hediyesi olarak kitaplığıma eklendi. Okuyunca fikrimi de yazacağım. Çevirisi sadece E Yayınları’nda olduğu için başka bir yayınevinden alma şansım olmadı. Benim çeviri kitaplarda yayınevi takıntım vardır maalesef. Umuyorum bu çevirisi güzeldir. Okuyup göreceğiz…

İkinci kitabım ise Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabı. Filmi çıktığında merak etmiş, önce kitabını okumak istediğim için filmine gitmemiştim. Bunu da Kelebek adlı romanı alan ofis arkadaşım hediye etti. Ya da ben zorla aldırdım, bilmiyorum. Ama hediye demek daha hoş geliyor kulağa…



Özen Yula ile de yeni tanıştım. Gizli Aşk bu adlı kitabını bir blogda okumuş akabinde edinip yutar gibi bitirmiş ve çok beğenmiştim. Dili ve anlatımı çok güzel bir yazar Özen Yula. Madem canım bana kitap alacak ben de ismi güzel geldiği için ‘Arızalı Kalpler’i alayım dedim. Nasıl bir hikaye var içinde merak ediyorum. Ama ikinci Özen Yula okumamda hayal kırıklığına uğramayacağımı düşünüyorum.

Gönlümü fetheden, şarkıları kadar yazı dili de güçlü olan Hüsnü Arkan’dan da bir kitap hediye geldi. Mino’nun Siyah Gülü’nden sonra beni Uyku’da neler bekliyor bilmiyorum. Bu kitabı da içeriğini okumadan aldım. Şansıma bırakıyorum. Canım sevgilime de teşekkür ediyorum.

Ve Tezer Özlü. Benim ilk okumam olacak bu da, Tezer Özlü ile tanışacağım. Neden bilmiyorum ama çok heyecanlıyım. Güçlü bir kadın olmasından kaynaklı da olabilir bilmiyorum ama daha kitabını okumadan keşke hayatta olsaydı da daha çok yazsaydı diye düşünüyorum. Çocukluğun Soğuk Geceleri ile başlayacağım. Eğer başka tavsiyeleriniz de varsa alabilirim.

Yeraltı edebiyatı dizisinden Chuck Palahniuk’ın Ölüm Pornosu adlı kitabı da yine ofis arkadaşımdan hediye. Bir ara toplatılması için dava açılmıştı hatta çevirmeni bile soruşturmaya girmişti diye anımsıyorum. Sonucu ne oldu bilmiyorum ama sırf bu yüzden ‘kitaplığımda olması gerekiyor’ dediklerimden di. Sonunda benim oldu. Bir arkadaşım da okumam için önermişti, okuyunca bunu da paylaşacağım….



İşte son kitabım, Necati Cumalı’nın ‘Ay Büyürken Uyuyamam’. Blogda bahsetmiştim sanırım, Seyhan almaya aday oldu, ben de yok demedim. Dün içinde güzel bir mektupla elime ulaştı. Yanında bir de şuradaki pastadan istemiştim, göndermemiş. Üstüne bir de bana ‘elini veren kolunu da kaptırır diye buna mı demişler?’ diye yorum yapmış utanmadan. Neyse ben bir şey demiyorum, yorumu size bırakıyorum:)

Ben yeni yıla yeni kitaplarımla gidiyorum. Tuba Çandar’ın yazdığı 650 sayfalık Hrant adlı kitabı henüz bitiremedim. 200 sayfam kaldı yanılmıyorsam. Onu bitirdikten sonra Tezer Özlü’den başlayacağım. Sonrasında filmi kaçırmamak için Ay Büyürken uyuyamam adlı kitabı elime alacağım. Ondan sonrası benim ruh halime bakıyor. Okudukça buradan sizinle de paylaşacağım.

Benden bu kadar. Biraz uzun oldu biliyorum ama o kadar zamandan sora yazılan post da böyle olur diyip sıyrılacağım.

NOT: Fotoğrafları dün gece evde çektim. Boşalan kitaplığımın bir rafını kullandım. Aksesuar olarak da Ayci’nin bayıldığı fotoğraf makineli saatimi kullandım. Yok amacım kıskandırmak değil canım, sadece görüntü olsun istedim:)

17 Aralık 2011

Sevda ve ölüm üzerine...

...

Sevda kırımızı şarap rengindedir
Ateşli ve ıslak.
Ölüm ise karadır,
Sessiz ama içten içe çığlık dolu.
Çoraktır ölüm
İç Anadolu’nun kurak toprağı gibi,
Gözyaşlarıyla ıslanır
Kırkikindi yağmurlarının toprağı ıslattığı gibi…

* Yıllar önce üniversitede iken Attila İlhan için yazdığınm ve Aydın Doğan Genç İletişimciler Yarışması'nda ikincilik aldığım radyo programının girişi. Aklıma geldi paylaşayım istedim.

12 Aralık 2011

Muradıma erdim...



Bugün yeni bir kitaba daha sahip oldum. Bizim kuruma başladığı günden beri her fırsatta başının etini yediğim arkadaşım sonunda bana Hakan Günday’ın ‘Az’ adlı kitabını aldı. Muradıma erdim yani. Ama kolay olmadı, nasıl mı?

Daha ofise ilk geldiği günlerde, tanışıklığımız geçmişe dayansa da, evleneceğimi söyleyince bana inanmamış ve bir markanın çatal bıçak ve tencere takımını gösteren dergi sayfasının altına ‘Tamam kız sen evlen ben sana alıcam’ bunları diyerek imza atmıştı. Geçen gün o imzalı kağıdın yırtılarak unutulması karşılığında bana bu kitabı aldı.

Hrant Dink'in kitabı bitince hemen buna başlayacağım. Benim ilk Hakan Günday okumam olacak. merakla bekliyorum...


Bu arada bana bugünlerde ofise koyduğum kumbara nedeni ile ‘modern dilenci’ diyorlar. Alınıyor muyum? Hayır. Kitap almaya giden her yol mübahtır, hele ki ben alamıyorsam….

10 Aralık 2011

Sen benim canımsın...

Sığınağımsın sen benim. Bakma güçlü göründüğüme. Aslında çok kırılganım. Böyle zamanlarda hep camı örnek gösterirler ya, ondan da öte benimkisi. Çocukluğumdan kalan izleri bile silebilmiş değilim. Hala, yaşanan her kötü şeyde, o günleri körüklüyorum. Bakma sen, ben daha çocuğum. Unutamıyorum. Kötü şeyleri biriktiriyorum…

Ama sen var ya, sığınağımsın benim. Hep derdin, ‘sana sarılmak beni rahatlatıyor’ diye. Şimdi ben de öyleyim. Kollarında rahatlıyorum. Yanında çocuk oluyorum, görmüyorsun belki. Seni kaybetme korkusu ağır basınca, kendimi gizleyerek ağlıyorum.

Sen benim canımsın. Aldığım nefes kadar lazımsın bana. Yaşama sebebimsin benim. Ne muhteşem şeysin…

Sen hayatsın. Derler ya yeniden doğuyorum diye, ben de şimdi öyleyim. Seninle yeniden doğuyorum. Seninle kendimi tanıyorum. Seninle birlikteyken seni keşfediyorum. Bakma sert göründüğüme, aslında ben çok korkağım. Böyle gizliyorum kendimi.

Sen var ya, benim için olmazsa olmazsın…

* Desem ki

Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.

Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

Cahit Sıtkı Tarancı

*Orta okuldayken Türkçe öğretmenim okumuştu bu şiiri. Aşık olmuştum. Ne güzel anlatmış Cahit Sıtkı Tarancı. Ne güzel söylemiş üstad. Emeğine sağlık...

03 Aralık 2011

Kumbara fikrim...



Benim çocukken hiç kumbaram olmadı. Bir ara halamın bankada çalışan eşi tarafından robot bir kumbara getirilmişti bize ama erkek kardeşime verildi. Ben daha çok yaşadığım küçük ilçede Almanya’dan gelen kuzenimle birlikte ‘dahi’ fikirler ortaya atıp ‘garip’ şeyleri satarak paraya dönüştürürdüm küçükken.

Neyse efendim konuya geri dönelim. Hiç kumbaramın olmamasından doğan eksikliği dün akşam aklıma gelen ‘dahi’ fikirle sonlandırdım.

Biliyorsunuz kitap alma konusunda kotam var. Yeni kitaplar çıktıkça çırpınıp duruyorum. Alamadıkça böyle bir eksiklik hissediyorum kendimde. İdefix’teki sanal kitap fuarından kitap alamamak da beni ziyadesi ile geriyor.



Dün akşam işleri kolaylaştırdıktan sonra gazetelerin kültür sayfalarına daldım. Bir sitede Necati Cumalı’nın ‘Ay Büyürken Uyuyamam’ adlı kitabının sinemaya uyarlandığını okuyunca hemen şimşekler çaktı bende. Kitabın ismi de ilgimi çekince filmi izlemeden bir okuyayım istedim. Amacım ofisteki çalışma arkadaşlarımdan birisine hediye aldırtmaktı. Kredi kartı kullanmayan azınlıktan olan arkadaşım bana kitabın parasını uzattı. Kabul etmedim. O an aklıma bir kumbara yapıp kitaplarımı bu yolla almak geldi.

Şansıma haber müdürümün odasında kumbara için ideal bir kutu bulunca hemen para delikleri açılmak sureti ile fikrim hayata geçirildi. İlk parayı da sağolsun haber müdürüm attı.

Şimdilik içinde bozukluklar var. Fotoğraftaki 100 TL’lik banknot sizi yanıltmasın. Fotoğraf için kullanılıp akabinde kağıt para kısmından geri çekildi. Olsun, ben bozuk paralarla daha nice 100’leri devireceğimi düşünüyorum…

Nasıl fikir, süper değil mi… Ofise gelen misafir muhabir arkadaşlarımdan da bozuk paraları alırsam kütüphanemi ihya ederim diye düşünüyorum...

*Bu arada ofisin günlük söylemi 'bugün Gamze'nin kumbarası için ne yaptın?' sorusu oldu. Bu iş beni çok eğlendirdi...

02 Aralık 2011

Bugün ben...



Yazmayalı baya olmuş. Hoş ben ayları bulan ‘yazmama’ serüvenimi biliyorum ama neyse…

Bu aralar yine depresif modaydım. Paris’e gidip geldikten sonra karşılaştığım birkaç olumsuz haber beni Paris gezisini yazmaktan alıkoydu. Hoş yazacak bir şey de yok. Sadece çantamda Eyfel Kulesi ve Seine Nehri gezintisi ile geri döndüm. Tarihine dokusuna dokunamadan hem de. Ama Paris’i bir daha gidilecek yerler listeme ekledim.

Bu aralar haberler pek iç açıcı değil. Her gün internette öfkeyle okuyorum haberleri. Kadın cinayetlerine karşı yapabileceğim hiçbir şeyimin olmayışı canımı ziyadesi ile sıkarken Cem Garipoğlu davasının sonuçlarını da ağzım açık izliyorum. Ha bu arada minik yavrular ölüyor, Van’daki depremin izleri hala sürüyor, Hrant Dink davası ile ilgili gelişmeler de kalbime hançer sokulmuşcasına beni etkiliyor.

İşte bu yüzden bu aralar kendimde değilim. Yine bilindik ‘ben ne yapıyorum’ sorgulamalarının içinde sürükleniyorum. Okuduğum kitaplardan notlar eklemek isterken ya da yaşadığım bir anı burada paylaşmak isterken küt diye ‘kara’ bir haberle karşı karşıya kalıyorum, hevesim kaçıyor.

Güzel şeyler yapmak istiyorum bu ara ama evlilik hadisesi hazırlıkları sürerken pek başarılı olamıyorum. Haftaya mesela bir arkadaşımın hikayesini dinleyeceğim, sonrada onu yazıya dökeceğim(z). Bir roman planı, başlamak lazım gelir bir yerden diye düşünüyorum. Hayallerimi unuttuğumun farkındayım ama ‘neden ben de yapamayayım’ diye kendimi dinlerken bahaneler uydurup yoluma engel çıkarmanın da artık manasız olduğunu düşünüyorum.

Bir web sitesi planımız da var. Yazıldı, çildi notlar alındı ama daha vakit ayırıp sitenin yapımına gelinemedi. Göç yolda düzelir derler, şu evlilik tantanası bitsin ona da başlayacağım(z).

Bir de yine ‘tatil’ isteğimi dillendireyim. Bu yıl bölük pörçük tatiller yaptım ve iyiden iyiye tembelleştim. Eski beni aramıyor değilim. Hani şöyle tuttuğunu koparan, aklına koyduğunu yapan Gamze’yi. Onu da yakında bulacağımı umuyorum…


Not: Hrant Dink'in hayatını konu alan kitaba yeni başladım. Geçen yıl almıştım ama fırsatım olmamıştı okumaya. Bir yıl sonra nihayet. Hrant Dink öldürüldükten sonra çıkan kitabı 'İki Yakın Halk İki Uzak Komşu' adlı kitabını da okumuştum. Bu kitap ondan sonra özel hayatına giriş yapmak gibi olacak sanırım. Hüznümü, bugünümü anlatsın diye kitabından bir kare paylaşmak istedim...

28 Kasım 2011

Dil çıkarma problemi...



Az önce şu blogun sahibi arkadaşım gönderdi Myra’da çektiği bu fotoğrafı. İçimde bir sıkıtı vardı, kulağımdaki kulaklığı çıkarıp çözmeye çalıştığım geç kalınmış röportajı kapatarak fotoğrafa baktım.

Şu ortadaki adam, dil mi çıkarmış sahi? Hayatla mı dalga geçiyor, yoksa benimle mi? Bilmiyorum, ama ben de hayata bir dil çıkarmak istiyorum onun gibi…


*Bu fotoğraf Hamit Seçil tarafından Myra'da çekilmiştir...

26 Kasım 2011

Öfkeliyim...

Tesadüf değildi dün okuduklarım. Dün basına yansıyanlar tesadüf değildi. ‘25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü’ dolayısı ile ortaya çıkmış haberler değildi. Gazeteciler illa ‘cinayete, şiddete kurban olmuş kadın’ portreleri aramadı dün. Sokaklar cinayete kurban gitmiş, şiddete, tacize maruz kalmış kadınların ‘hikayeleri’ ile doluydu çünkü.

Bundan yıllar önce çocuk yüreğimle hissettiğim acıyı, dün izlediğim bir video ile yeniden yaşadım. Bir kadın vardı yatağında uzanmıştı, bacalarında bıçak yaraları, yanında minik kızı. Kızının saçlarını okşayıp öpüyordu. Unutsun diye yaşananları, belki de nefret etmesin diye babasından. Çünkü anneler, kızlarının babalarından nefret etmesini istemezler. Babadır nihayetinde çocuklarının gözünde. Acılarını içlerine gömüp oturur anneler, sineye çeker. Ama çocuklarının babalarından nefret etmesini asla istemezler….

Dün onu izlerken çocukken yaşadığım bir tablo geldi gözümün önüne. Nefretim, acım, güçlü bir kadın olma isteğim. Baş kaldırışım o zaman başladı. Ve ben dün o videoyu izlerken, o minik kızın dünü, önceki günü hiçbir zaman unutmayacağını bildim. Ben unutmadım. Güçlü bir kadın oldum, yine unutmadım.

Dün yüzlerce haber geçti internet siteleri. Bir önceki günden farklı değildi hikayeler. Sadece daha görünür olmuşlardı. Evin içinden çıkıp sokağa taşmıştı şiddet ve taciz ve cinayet ve niceleri.

Dün yine genç bir kadın maruz kaldığı tacizi anlatırken titriyordu. Küçük bir çocuğun tacizi sonrası yaşadığı ‘erkek bürokrasisi’ sıkıntısını anlatırken gözyaşlarını tutamıyordu. ‘Bunu yapanların anneleri, kız kardeşleri, ablaları’ yok muydu diye soruyordu ağlayarak. Vardı dedim içimden, o ablasını, annesini, kızı kardeşini ve kızını ‘kendisi gibi sapkınlara’ maruz kalmasın diye eve hapsetmişti, sen göremezdin onları.

Dün, daha nice kadınlar evde, sokakta, işte tacize, şiddete maruz kalıp, cinayete kurban gidiyordu. Dün biz bize gösterildiği kadarını gördük internette, gazetelerde, televizyonlarda. Ama dün olanlar, ‘şiddete karşı bir gün’ dolayısı ile gösterilmedi. O şiddet, taciz, cinayetler hep vardı. Dün olağan bir günü yaşadık sadece….

*Daha çok şey var; kızını satan ‘anne ve baba bozuntuları’, eşini öldüren ‘koca bozuntuları’, çocukken evlendirilen minik kızlar, kendi cinselliğini öğrenemeden koca şiddetine maruz bırakılıp çocuk yaşta anne olanlar, entelektüel şiddete maruz kalan kadınlar…. Öfkeliyim, yazamıyorum…

* Bir şey daha ekleyecektim, aklımdan çıkmış. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin. Muhteşem bir kadın. Antalya'da izleme fırsatım oldu. Samimi, sıcakkanlı, çocuk sevgisi en üst seviyede muhteşem bir anne her şeyden önce. Deneyimli ve bakanlığa yakışır bir kadın. Bir önceki, bakanları düşününce hele. Ben Bakan Şahin ile bir şeylerin değişeceğini umuyorum. Zor ama umuyorum....

20 Kasım 2011

Pazar karalaması...



İşyerinden bir arkadaşım izne çıktığı için yokluğunda Pazar mesailerini ben yapıyorum. Haliyle Cumartesi günü çalışmıyorum. Aslına bakarsanız Cumartesi günlerinin yoğunluğunu arkamda bıraktığım için mutluyum ama Pazar gününün tatil olmasına alışmış olan bünyem işte olmayı pek kabullenemiyor.

Bugünlerde uykumu alamadığımdan, uyumaya doyamadığımdan yataktan zar zor kalkıyorum. Alarmın sesini bile son anda duyuyorum. Uzun çok uzun bir tatile gitmek istiyorum bu ara. Böyle hiçbir şey düşünmeden, bu nerede şu nasıl diye kafa yormadan. Telefonumun sesini duymadan hem de. Çok gezmek, çok fotoğraf çekmek ve kitabımı elime alıp okuyarak uyumak istiyorum.

Böyle gidersem emekli olamayacağımı da biliyorum. Emeklilik hayali kuramadığım için tatil hayalleri ile yetiniyorum…

18 Kasım 2011

Güzel Ankara'M...

Aslında dün yazacaktım bu yazıyı, ama 63 yaşında işyerini kaybetmiş bir adamın gözyaşlarına şahit olunca içimden yazmak gelmedi. Hoş şimdi de yazacak durumda değilim ama az da olsa Ankara gezisinin ucuna dokunacağım….



Beklediğim gibi miydi derseniz, Ankara değişmiş, güzelleşmiş. Tadına doyamadım ama çok özlediğimi bir kere daha hissettim orada. Kalabalığını, kitapçılarını, sokaklarını çok özlemişim. O kendine has havasını çok ama çok özlemişim.

Benim için bu gezinin en güzel yani yıllardır görmediğim bir dostumu görmek oldu. Nasıl sarıldım sımsıkı bilemezsiniz. Yanımızda başka arkadaşlarımız da olduğu için çok fazla dedikodu yapma şansımız olmadı açıkcası ama bize kalan zamanın tadını çıkardık.



Arkadaşlarla buluşmadan önce yeni açılmış bir yerde yemek yedik. Sonra kitap alamama pahasına da olsa kitapçıları gezdik. Keşke Antalya’da da olsa diye geçirdim böyle güzel sokaklar, böyle güzel kitapevleri. Keşke Antalya’da da yaşı 15-16 olan erkek çocuklarını kitap karıştırırken görebilsem diye geçirdim içimden. Arkadaşlarla da bunu konuştuk. Yıllar önce, daha ben üniversiteye giderken Işıklar Caddesi’ne açılmış ama bir süre sonra kapanmış olan kitapevlerini anlattım onlara, hep birlikte şehrimizin kültürden nasibini alamamış yanına acıdık.

Samatya kapanmıştı, o güzelim mekan. Baktım da ‘erotik shoplar’ vardı üst üste kapanan binada. Çok üzüldüm. Benim orada anılarım vardı oysa.



Sakarya yine aynıydı, aynı güzel, aynı canlı. Yine hayıflandım Antalya’da neden bir Sakarya yok diye. Neden gidip siyasetten aşk meselelerine kadar rahatça konuşacağımız, kendimizi dünyadan yalıtılmış gibi hissedeceğimiz bir mekan yok diye.. Yine Ankara ile Antalya’yı karşılaştırırken buldum kendimi.

Tebdili mekanda ferahlık varmış ama gerçekten. Rahatladım orada. Dönüş yolunda molada bile uyanmadan Ankara’ya geldim.



Unutmadan AŞTİ’de canımı sıkan bir manzara ile karşılaştım. Ellerine bardak alıp dilenen genç kızlar vardı. Yanınıza boynu bükük yaklaşıp ‘ters’ bir cevap alınca dikleşen ve bir başka kurbanına gittikten sonra yine boynunu eğen gençler. Çok acıdım. İçlerinde 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu da vardı. Yanıma yaklaşıp bardağı uzatarak ‘afedersiniz …’ diye başladı sözüne. Benim ‘Ablacım elinize bardak almışsınız…2 di,ye devam eden konuşmamı dinlemeden küfredip ayrıldı. Acıdım, çok acıdım. AŞTİ’deki bu durumu gören bilen yok u bilmiyorum ama Ankara’ya yakışmadığını düşünüyorum…

Not 1: Bu arada vizemi aldım. Salı günü Paris’e gidiyoruz. Programımız daha da güzelleşmiş. Bol bol fotoğraf çekeceğimi umuyorum…

Not 2: Ayfer Tunç’un Yeşil Peri Gecesi kitabını birkaç gün önce bitirdim. Bayıldım, öldüm bittim. Onun üzerine bir yazı yazacağım ama sanırım karşılaştırmalı olacak. Elimde Ayşe Kulin’in yeni kitabı ‘Gizli Anların Yolcusu’ var. Ayfer Tunç’tan sonra, nasıl desem ‘basit' geldi bana, kolay geldi ya da. Hikaye farklı bir boyut aldı, samimiyetsiz buldum ama tabi kitabı daha bitirmedim. Haksızlık etmeyeyim şimdiden…

14 Kasım 2011

'İkinbinaltı'da dönmüştüm hayallerimin şehrinden...

Bugün Ankara’ya gidiyorum. Akşam 23:30’da bineceğim otobüse, yıllar sonra yine Ankara yolcusu olacağım. Bu sefer yanımda dolu dolu valizlerim olmayacak. Ama her seferinde o şehre giderken yaşadığım heyecan kat be kat fazla olacak.

2006’da dönmüştüm hayallerimin şehrinden.

Daha 20001 yılındayken ben Ankara’da okuyacağım diye not etmiştim defterime. Hedefimi belirlemiştim. O zamanlar yollarda olan ve heyecanını yitirmediğini gördüğüm Tayfun Talipoğlu’nun Ankara’daki NTV stüdyosuna gidip ‘bunca zaman yazdığım maillere neden yanıt vermedin’ diye hesap soracak, hiç yanıt almadığım mailler sonrası ‘acaba eşi mi siliyor’ sorusuna yanıt bulacaktım. Yapmadım. Bir kere girdim NTV kapısından, kameraman arkadaşlardan birisi ‘burada değil’ demişti. Oturup çay içmiştik, montaj odasında gezinmiş ve çıkmıştık…

Bir daha da gitmemiştim Talipoğlu’nun yanına. Ta ki Antalya’da özel bir gecede, kıçımdan ter akarken yanına gidip ‘sizi çok seviyordum’ diyene kadar. Her zaman duyduğu sözlere aşina olan Talipoğlu, yüzüme bakmış, elimi sıkmış ve oturmuştu.

2006’da dönmüştüm ben hayallerimi yıkan şehirden…

Heyecanlıydım o zamanlar, o kadar ok hayalim ve bunları yaparak inanılmaz bir gücüm vardı. Okulu bitirip bir an önce çalışmak, ‘dünyayı kurtarmak’ istiyordum. İlk hayal kırıklığımı yaşadığım şehirden, hiçbir beklentimin olmadığı şehre giderken otobüsün camına akıtıyordum göz yaşlarımı. Nerden bilebilirdim ki hayatımın burada şekilleneceğini.

Sonra bir İstanbul macerası oldu ki şimdi onu buraya sıkıştırmayayım. Ankara’ma gidiyorum ben bugün, vize almaya. 2006 yılında bıraktığım şehre. Dostlarımı görmeye daha çok. Ankara’nın soğuğunu içime çekmeye. Simit yemeye, Karanfil’de dolaşmaya, Sakarya’da sarhoş olmaya, Güvenpark’ta Kurtuluş’ta oturmaya. Belki eski okulumun önünden de geçerim, bilmiyorum. Ama ben bu gece Ankara’ya gidiyorum. 5 yıldır görmediğim şehre, canım Ankara’ma, canım dostlarıma, canım başkentime gidiyorum…

12 Kasım 2011

Keşke benim gibi korkak olaydınız...

Deprem olurken, yani Van’da ilk deprem olurken, İHA muhabiri kamerasını açmış deprem anını çekiyordu. Dolaplar bir bir yere düşüyor, bina zangır zangır titiryordu. Görev aşkı mı denir buna, refleksmi inanın bilmiyorum. Başıma gelmedi. Ama o an onun yaptığını izlerken, ‘Manyak mısın bırak kaç, canını kurtar’ diyordum içimden…

Dün bir toplantıdayken Van’a gidip Bayram Oteli’nde yer olmadığı için başka bir otelde konaklayan TRT muhabiri arkadaş kendisi için şöyle söylüyordu, “Cahil aklı işte, arabada uyu ne diye otele gidiyorsun ki”. Cahillik mi cesaret mi, cahil cesareti mi bilmem. Ben orda olsaydım korkumdan ayağımı sokmazdım içeriye, arabayı binalardan uzak bir yere park ettirir içinde uyumaya çalışırdım.

Korkuyorum evet. Artık Antalya’da 30-40 yılını geçmiş, 99 depreminden sonra çıkan Yapı Denetim Yasasına rağmen ‘denetlenmeden’ yapılan binalarda yaşadığım için korkuyorum. Ölümden korkuyorum. Bok yoluna ölmekten korkuyorum. Nefes alamamaktan korkuyorum. Cem gibi Sabahattin gibi beton yığının altında kalıp bir ‘hiç’ uğruna hayatımdan olmaktan korkuyorum.

Görev şehitleri diyor internetlerde, ‘görev şehidi’ ne cafcaflı bir söz. Sonra ‘ses getirmiş’ haberleri sıralanıyor. Aman ne mühim, ne hoş. Daha bir gün sonra kese kağıdı olup unutulmaya yüz tutmuş haberleri. Kızıyorum, ikisini de tanımıyorum. Ama ne şartlar altında çalıştıklarını az çok biliyorum. Keşke diyorum, keşke o lanet olası otelde kalmasaydınız. Keşke bana ‘bir gün boku bokuna’ öleceğim gerçeğini hatırlatmasaydınız. Keşke oradan sağ çıksaydınız da umutlarımız tükenmeseydi. Keşke diyorum siz de benim gibi korkak olaydınız…

11 Kasım 2011

Bugünü birileri ölümle anımsayacak...

Az önce 11.11.2011’in saat 11:11’de doğurtulacak olan çocuğunun haberini yapmak için ofisten çıktım. Dün planlanmıştı, vaktim azdı. Gittiğim yerde hastanın daha ameliyata alınmadığını, genel anestezi olacağını ve sezeryan sonrası uyanmasının 1 saati bulacağını öğrendim. Çantamı alıp çıktım.

Bugün yine 11.11.2011 çılgınlığı için Antalya’da iki düğün olacak. İnsanlar ‘dünya evine’ girecek. Çocuklar doğurtulacak, birileri 11.11.2011’de ölümle tanışacak. Birileri mutlu olurken birileri yas tutacak….

Her günün özel olduğunu düşünen birisi olduğum için bu gün, bugünü özel hissedenlerin aksine, bana hiçbir şey hissettirmeyecek. Sabah neden bilmem ODTÜ’den mezun olduktan sonra Antalya’da saçma sapan bir trafik kazasında yatalak olan arkadaşımı düşüneceğim. Sonra gelip gazeteleri açacak ve ta Japoonya’dan gelip Van’ depreminde hayatını kaybeden adamın tanıdık yüzüne bakıp acıyacağım. Utanacağım. Öfkeleneceğim.

Bayram Oteli’nin enkazı altında kalan gazeteci meslektaşlarımı düşüneceğim. Ben de bir gün onlar gibi mi öleceğim diye geçireceğim aklımdan. Serrose’nin bloguna girip yazdığı yazıyı okuyup daha çok kahrolacağım. Bugün, yani 11.11.2011 tarihli günü, bana kötü şeyler anımsattığı için hiç sevmeyeceğim.

Sonra messengerda çok sevdiğim bir abim “Gencecik körpeleri beton yığınları altında bırakmayı iyi becerdiğimiz gibi, vakti gelmemiş çocuğu da doğurtmaya kalkıyoruz.” diyecek. O mesaja bakıp kalacağım….

09 Kasım 2011

Ve Paul Auster ile de tanıştım...



Birkaç yerde daha anlatmıştım. Ama tekrar etmekte fayda var diye düşünüyorum.

Paul Auster ile tanışıklığım Ankara günlerime kadar uzanır. Bir Ekim Ankara’sında Kızılay Metrosu’nun hemen çıkışında bulunan küçük Dost Kitapevi’nden alınıp İstanbul’a gönderilen bir doğum günü hediyesiydi Yanılsamalar Kitabı. Arka kapakta yazan hikaye, bu hediyenin en doğru seçim olduğuna inandırmıştı beni. Kendime de söz vermiştim o sıra, alıp okuyacağım diye ama bir türlü fırsatını bulamamış ertelemiştim.

Geçtiğimiz Eylül ayında Bir Dilim Sohbet’in leziz yazarı sevgili Zero blogunda önermişti Paul Auster’i. Merak edip o günleri anımsamış ve hemen akabinde Yanılsamalar Kitabı’nı İdefix’ten sipariş etmiştim.

Genel beğeni görmüş olan kitapları ben de çoğu zaman beğeniyorum. Ve okuduğum kitaplarda beni daha çok yazarın kıvrak zekası içine çekiyor. Paul Auster’de bu kitabında kıvrak zekası ile beni kendisine bağladı. Kitabı elimden bir an olsun bırakmak istemedim desem yeridir. Vaktim olabilir belki düşüncesi ile işyerine bile getirdiğim oldu kitabı. Bugün işlerin sakin olmasını fırsat bilip, klasik müzik eşliğinde de bitirdim kitabı. Hem de yüzümde bir gülümseme ile.

Ben kitap okurken film izler gibi hissederim kendimi. Roman kahramanları ete kemiğe bürünüp oynamaya başlarlar kafamda. Yanılsamalar Kitabı da bana bu duyguyu yaşattı. Kitabın içinde anlatılan film senaryoları ise film içinde film çekme zevkini bana yaşattı. Bir ara film kahramanının yüzü bile geldi gözümün önüne.



İnsana gerçeklik hissi uyandıran, ayrıntıların ince dizilimi, olay örgüsünün birbirini tamamlaması ise yazılan romana beni hayran bırakan bir başka sebeptir. Yanılsamalar Kitabı, roman yazma hevesi olan ve bu konuda ilk adımlarını yakında atacak olan beni kendisine hayran bıraktı.

Kitabın arka kapağına baktığınızda basit bilindik hiçbir sürprizi olmayan bir olay örgüsü ile karşılaşacağınızı sansanız da Paul Auster sizi kendine has uslubu ile şaşırtıyor. Hayran bırakıyor ve içine çekiyor.

Başka ne söylenir bilmiyorum. Ben Yanılsamalar Kitabı ile Paul Auster’e il adımımı attım. Umuyorum bir gün ben de yazdığım romanla insanları düşündürür, kitabın son cümlesi bitip kapağı kapandığında insanlarda kitabın ön yüzünü okşama hissi uyandırır ve gülümsemelerine sebep olurum.

Sen İdefik’te misin…



Aslına bakarsanız ben de sizlerdenim. Yani kitap görünce dayanamayanlardan. Kitaplığımda aldığım ve okumadığım bir sürü kitap var. Çoğu araştırma kitabı. Roman okumayı sevdiğimden önceliğimi onlara veriyorum, ama sonra başka bir roman çıkıyor, sonra başkası ve diğer kitaplarıma sıra gelmiyor.

Benim bu kitap ‘hastası’ halimi gören sevgilim, biz evlenen kadar kota koydu bana. Geçenlerde Mino’nun Siyah Gülü’nü ve İnci Gibi Dişler’i hediye etmiş olsa da kitaba dokundurtmuyor, kitapevlerinin önünden geçmeme dahi izin vermiyor. Sıra internete gelince kota koyamayacağı için de içi içini yiyiyor biliyorum.

Az önce ben yine idefixe girmişken onu aradım. Vedat Türkali’nin Fatmagül’ün Suçu Ne kitabının yeni basımı yapılacakmış, görünce ‘aaaa’ diye bir tepki verdim. Ne oldu dedi, böyle böyle diye anlattım. Bana verdiği tepki aynen şu oldu, ”Sen İdefixte’ misin?” Ağlanacak halime güldüm dostlar.

Şimdi ben en son İdefixe alışverişimden aldığım üç kitabın ikisini bitirdim, hediye aldığım iki kitaptan da birisini yedim yuttum, diğeri beni sarmadı zamanı gelince elime alayım diye bıraktım. Şimdi beni bekleyen bir tane taze kitabım var, onu da okuyacağım. Sonra ne yapacağım bilmiyorum.

Aslında kitap alamıyorum diye kitap hediye eden blogerları takibe aldım, kendimden utanıyorum. Bana çıkmıyor, kaç kere denedim ama yılmayacağım. O kitaplar benim olana kadar savaşımı sürdüreceğim.

08 Kasım 2011

Benim de bir pasaportum var...



Geçen hafta çok yoğun geçti. hele Cuma günü benim için bir azaptı. Kamu kurumları tatile giriyor diye işlerimizi bitirmemiz gerekiyordu. Son ana işlerini bırakan bendeniz hayli zorlandım.

Ayın 22’sinde Paris’te Antalya’nın EXPO için kararı açıklanacak. Buradan da basın mensupları bu olaya tanıklık edecek. Ben de onlarla birlikte gideceğim. O yüzden Cuma günü pasaport işlemlerini halletmem gerekiyordu. Sabah Serik’e okul tanıtımı için gittikten ve hiçbir şey yapamadan döndükten sonra pasaport işlemleri için uğraştım.

Evet emniyete gitmeden önce arayıp “ben öncelik istiyorum” da dedim. Gerek yokmuş, gelen insanların işleri hemen çözülüyor. Aslında kalabalık da yoktu. Yani araya sıkıştırılmadan halledildi işim. Bugün de pasaportumu aldım.

Bu işin en heyecan verici kısmı ne biliyor musunuz, Ankara’ya da gidecek olmamız. 5 senemi geçirdiğim o güzel memlekete. Nasıl özledim bilemezsiniz. Vize işlemleri için yanılmıyorsam 16 Kasım da Ankara’da olacağız. Havasını solumak bile yetecek bana inanın. Yazarken bile gözlerim doluyor. 2006’dan beri gidemedim oraya. Çok özledim çok.

Paris’te benim için ilkleri yaşayacağım yer olacak. İlk yurtdışı seyahatim benim anlayacağınız. Bir de sadece ayın 23 ‘ünde işimiz olacak. 22’sinde güzel bir şehir tutu ve Sen Nehri üzerinde yemek, 24’ünde de akşam 5’den önce Paris gezisi, plansız programsız hem de. Arkeoloji okuyan kız kardeşimin Louvre Müzesi, talebi var, oraya gitmem gerek. Daha araştırma yapacağım. Hatta hiçbir şey yapmasam da gidip bir meydanda oturup insanları izleyeceğim. Değişik bir deneyim olacak anlayacağınız.

04 Kasım 2011

Ispanağı çok severim...



Sabah kahvaltıları, öğle ve akşam yemekleri bizim meslekte hep sorundur. Hızlı tüketir hazmedemez, düzensiz beslenirsiniz. Ayaküstü bir şeyler atıştırır, iki saat sonra karnınızdaki gurultu ile kendinize gelirsiniz.

Ben mesela, yemeklerde çok seçici değilimdir. Sebzeyi çok severim, hamur işine bayılırım. Sıra ete gelince beyaz olanını tercih ederim. Eğer kırmızı et yenecekse de köfte haline getirilmişini isterim.

Öğle yemeklerinden genelde dışarıda olurum ben. Eğer sulu yemek yiyeceksem, yıllardır lezzetli yemekleri ile Antalya’yı ‘doyuran’ Mina’yı tercih ederim.

Aslına bakarsanız ben burayı yeni keşfettim. Bir öğlen arkadaşım götürdü beni buraya, bir tabak ıspanak yedim, aşçısına tarifini sordum, bildiklerimi anlattı bana ama lezzetine şaşırdım. “Usta bana doğruyu söyle ne katıyorsun buna dedim” hiç usanmadan aynı şeyleri bana anlattı, pes ettim.

Birkaç gün önce yine gittim. Beni ‘ıspanak yiyen kadın’ diye hatırlayan ustaya “Hani benim ıspanağım” diye sordum. “Artık ıspanak olmadığı zamanlarda geliyorsun” dedi. Sonra bana ‘semizotu yemeğini’ takdim etti. “Başka yerde bulamazsın” diye ekledi. Gülüştük arkadaşımla, “Sadece bu restorantta” diye söylemeyi de ihmal etmedi. Onu da sevdim, diğerlerini de. Eğer Antalya’ya gelecekseniz Antalya Valiliği’nin yanında bulunan Mina’ya kesinlikle uğrayın derim. Öğlen yemek çıkarıyorlar sadece ve hemen bitiyor. 12’yi geçirmeden gidin, temiz lezzetli yemeklerinizi yiyin ve karnınızı doyurun,i çayınızı için ve mutlu olun derim…


*Bugünlerde işler yoğun, post giremiyorum. Hasta olmakla olmamak arasında gidip geldiğim için tembelleştim, çok yoruluyorum…

*Fotoğraf Mina’nın yemeklerini yapan aşçıya ait. Kendisi işyerinin ortağı aynı zamanda…

31 Ekim 2011

Gamze'nin 'milletvekili' imtihanı...

Antalya’da ulaşım alanında işler karışık. Minibüs ve otobüs esnafları ile odaların yönetimleri, belediye ve muhalif grup arasında bir savaş söz konusu. Kim neyi kazanıri kim haklı çıkar bu savaştan inanın kestirmek zor. Çünkü insan değişen bir varlık, bugün yaptığını uyarın unutur gider. Bugün düşman olduğu ile yarın kol kola gezer.

Bugün ulaşım esnafının bir toplantısına katılmak üzere yola çıktım. Bizim ofisin aracı geç kalacağı için toplantıyı organize eden bey ‘sizi aldırayım’ dedi, kabul ettim. Gönderdiği araca binip toplantının yapılacağı kahvehaneye girdim. Bir iki fotoğraf çektikten sonra, yaklaşık 15 dakika önce başlayan toplantıda konuşulanları kaçırmayayım diye not almaya başladım. Tam ben iki cümle karalamışken defterime, toplantıyı organize eden bey yanıma gelerek ulaşım esnafının ‘sorunlarını’ dinlemeye gelen bir partinin milletvekilinin durumdan rahatsız olduğunu, dışarıya çıkmamı istediğini söyledi. Şaşırmadım, ben fotoğraf çekerken yüzündeki gerginliği okuyabiliyordum o vekilin. ‘Ama beni siz davet ettiniz’ diyip dışarıya çıktım. Ben o kahvehaneden çıkana kadar tek kelime etmedi o vekil. Dışarıya çıkıp haber müdürümü ararken de fark ettim ki sayın vekilim benim oradan uzaklaşmamı bekliyor. İnadına bir masaya oturup sigaramı yaktım.

Toplantıyı organize eden bey yeniden yanıma geldi. Bu yaptıklarının ayıp olduğunu, benim geleceğimi haber vermesi gerektiğini söyledim ona. Bana ‘Söyledim bir gazetecinin geleceğini, ses etmedi. Ama sizi görünce ‘bunlar bire on katar yazarlar’ diyip gitmenizi istedi” dedi. O an, o salona girip “Sayın vekilim, karını dövdüğün için bebeğini düşürdü, yazdık. Sesin çıkmadı. Kayınvaliden için karına ‘onu kucağıma alırım’ dedin, yazdık. Yine ses etmedin. Madem bire on katıp yazıyoruz, madem sen bunlardan rahatsızsın, niye kalkıp mahkemeye vermedin, niye Antalya’yı başımıza yıkmadın” demek geldi. Sustum. Ben olsam, benim hakkımda böyle şeyler yazılmış olsa, kalkar o gazeteye gider, o gazetecinin gazeteciliğini bırakmazdım. Sözlerimle onu yerin dibine geçiri, sonra da bir gazete alıp savcılığa suç duyurusunda bulunmaya giderdim. Gitmedi, çünkü yazılanların hepsi eşinin polise verdiği tutanaklara geçmiş belgeli yazılardı…

Ama ben yediremedim kendime sayın vekilimin sözlerini. Mesleğim boyunca, insanların ağzından çıkan sözlere dikkat kesilen, yanlış yazmamak için özen gösteren ben, mesleğim adına yapılan bu terbiyesizliği kaldıramadım açıkcası. Orada, yüzlerce ulaşım esnafının yanında bunları söylemeyi de kendime yediremedim. Bir vekilin gözünden, bu kadar cahilce sözlerin çıkmasına da anlam veremedim. O kadar insanın gözünde ‘yalan yanlış yazan’ gazeteci moduna büründürüldüğüm için öfkelendim. Çünkü ben öyle değilim….

Evet kabul ediyorum, ulaşım esnafının yanında başka, kendi partisinde başka, oda yöneticilerinin yanında başka konuşacak birisinin ‘korkakça’ tutumuna; kendi sözlerinin arkasında duramayacak kadar korkak birisinin iftirasına maruz kaldım. Benim değil, onun utanması lazım…

25 Ekim 2011

Bu bir 'ÖZÜR' yazısıdır...



Hayatım boyunca hep öğretmenlerine karşı hayranlık duyan birisi oldum. Gözümde yerleri hep bambaşka idi. Kimisi yaptığı hatalarla kimisi de harcadığı emekle beni besledi.

Anaokulunu anımsamıyorum ama ilkokulda bizi üçüncü sınıftayken bırakıp giden Feyza Çobanlar adlı öğretmenim bir başka idi. Ben ‘kaybedeceğim’ korkusu ile oyunlara katılmazken beni hep idare ederdi. Korkaktım, biraz da çekingen. El yazım güzel olduğundan kümelerin hep ‘yazarı’ idim, sözcüsü olup kalabalığa karşı konu anlatmak hiç bana göre değildi. Korktum ve kaçtım.

Sonra Nuran Evran geldi. Hem de Ankara’dan. O soğuk ilçeye resmen renk kattı. Bir gün arkadaşlarla toplanıp onun bekar evine gittik. Belki de 25’li yaşlarındaydı, bilmiyorum. Ama bana çok büyük gelirdi. Fotoğraf çektirmiştik onunla, bize ailelerimize kitap aldırmamız yönünde öğüt vermişti. İlk kitabıma onun sayesinde sahip oldum. Sonrası da zaten çorap söküğü gibi geldi.

Antalya’ya geldiğimde dördüncü sınıfın ikinci dönemiydi. Tüm notlarım pekiyi idi o zaman. Karnem de keza öyle. Öğretmenin masasının üzerinde duran karnemi birisi yırtmıştı. Herkesin önünde öğretmenim bana sormadan ‘karneni yırtmışsın’ diyip kulağımı çekmişti. Ondan hep nefret ettim. Kendime olan güvenimin kaybolmasına neden olan o öğretmenin ismini, yüzünü bile anımsamam.

Beşinci sınıfta mahalle değiştirince, başka bir okula kaydoldum. Orda da bit salgını yüzünden sınıfta yaşadığım bir olay beni öğretmenimden soğuttu. Sırf ‘doğu’dan geldiğim için bana ‘Gamze kaşınan yerlerini göster’ dedi. Saçımda bit yoktu, olabilirdi de, ama tüm sınıfın önünde bizim saçlarımızı kontrol eden sınıf arkadaşımıza bağırışını hiç unutamam. Bit onun kafasından çıkmıştı. Ona bir pislikmiş gibi davranıp eve göndermişti. İsmini dahi hatırlamadığım bu öğretmenim benim insanları ‘oralı buralı’ diye ayırt etmeden ve ‘fişlemeden’ sevmemi sağladı.

Sonrası orta okul. Türkçe ve matematik öğretmenlerimi seviyordum. Emine Aktuğ benim Türkçe öğretmenimdi. Onun için anı defterimin son sayfasına ‘Önce Edebiyat Fakültesi’ni bitirip Edebiyat Öğretmeni olacağım, sonra da Gazetecilik bitirip gazeteci olacağım’ yazmıştım. Edebiyat okumadım, lise dönemimde gazetecilikte karar kıldım. Matematik öğretmenim ise Mehmet Öncül idi. Bizim sınıfımızın derslerine girmediği bir dönemde onu her gördüğüm yerde ağlardım. Hatta okuldan mezun olunca tayin edildiği okula gidip orda da ağlamışlığım vardır.

Lise de ise okul dergisini birlikte çıkardığımız İsme Güler, öğretmenden ziyade hep arkadaşım olan Edebiyat Öğretmenim Özlem Güleç, bir yöneticiden ziyade herkesi çocuğu gibi seven okul müdürüm Birol Orak’ın yeri bir başkaydı. Farklılardı, ben yeni büyüyordum, yeni tanışıyordum kendimle, kendimi öğreniyordum. Bana kendimi bulmam konusunda yardımcı oldular.

Bunları neden mi yazdım? Az önce eğitim sayfası için bir ilköğretim okulundaydım. Çok yoruldum, gürültüden de çocukların söz dinlememesinden de. Çok bağırdım, öğretmenlerin çocukları düzene sokamamasına çok sinirlendim. Düşündüm, acaba biz de böylemiydik diye. Öğretmenlik zor iş, gerçekten zor iş. Eğer ben de zamanında onları canlarından bezdirdiysem diye bir özür yazısı kaleme almak istedim.

Hayatıma yön vermeme yardımcı olan, bugün ki beni ortaya çıkaran öğretmenlerim. Sizleri çok seviyorum. Hata yaptıysam özür diliyorum. Emekleriniz için teşekkür ediyorum. Ben büyüdüm. Dünyam büyüdü. Siz olmasaydınız, biz birbirimizi sevmeseydik, bugün ki ben olmazdım…

22 Ekim 2011

Mino'nun Siyah Gülü...



Ben bu bahar çok değiştim anne
Yüreğim durup durup rüzgarlanıyor...


Böyle başlıyor şarkı. Piyano eşliğinde. İçinize işliyor. Kitap gibi…

Bir yıl kadar önce tanıştım ben Hüsnü Arkan ile. Ayıplamayın hemen. Genelde dinlediğim kişilerin isimlerini bilmem. Oysa daha orta okuldayken ‘Düşer Sokağı’ ile hayatıma girmişti. Anımsayamadım. Albümünü alıp dinlediğimde, kendimi dinliyormuş gibi hissettim. Aşık değildim ama aşık oldum. Aşkı yeniden tattım. Adile Naşit’in sesini duyar gibi oldum. Öyle zaman oldu ki, bulunduğum ortamdan soyutlanıp hayal kurarken buldum kendimi. Sonra durmadım, albümü hediye ettim, başkaları da duygularıma ortak olsun diye…

Geçenlerde de kitapçıda Hüsnü Arkan’ın kitabına rastladım. Niyetim başka bir kitap almaktı. Hakkımı ondan yana kullandım. Ama ne iyi ettim. Şarkıları gibi içime işledi kitabı da.

Henüz bitiremedim kitabı, ikinci günüm. 55 sayfa falan kaldı. Ama daha fazla dayanamadım. Size de anlatmak, sizinle de paylaşmak istedim.



Siz hiç Hüsnü Arkan dinlediniz mi? Eğer dinlediyseniz, aynı naiflikte bu kitap da. Olay örgüsü o kadar güzel, ayrıntılar hikaye ile o kadar bir ki. Hüsnü Arkan kitabı size okuyormuş gibi hissediyorsunuz. Bir anda şaşırıp kalıyorsunuz bir diğer bölüme geçerken. O kadar duygu yüklü ki, birkaç gözyaşı damlası akıyor kitabın sayfasına. O kadar gerçekçi ki, kendinizden çok şey buluyorsunuz her bir sayfada. O kadar yalın ki, o kadar yalansız ki…

Şimdi inanmayacaksınız ama ben bu kitaba bağlandım. Şimdi gözlerim doluyor yazarken. Daha fazla bahsetmeyeceğim Mino’nun Siyah Gülü’nden. Alıp okuyun derim. Hafta sonunda çıkın dışarıya, bir cafeye, deniz kenarında bir banka oturun. Rüzgara akıtın gözyaşlarınızı. Okuyun, dinlenin. Yeniden aşık olun, hayata yeniden başlayın. Düşünün, düşündükçe çoğalın.



Eve gidince de kitabın hediyesi olan Hüsnü Arkan’ın tek şarkılık o CD’sini dinleyin. En başına gelerek, tekrar tekrar dinleyin. Ve ‘Mino’nun Siyah Gülü’nü kitaplığınızdaki en güzel yere koyun. Ben öyle yapacağım…

19 Ekim 2011

Ne söylesem bilemedim...

İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.

Yine kendime kapandım.

Bu akşam canımla birlikte Antalya Devlet Tiyatrosu’nun ‘Küçük Adam Ne Oldu Sana’ adlı oyununa gideceğiz. Geçenlerde Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’ filmine gittik. Çıkarken ‘Neden bir yere bağlamadın usta filmi’ diye yakınıyordum. Yanılmışım, ustalar bir şeyi sona bağlamak zorunda değildir…

Ben, Seyhan’ın beğenmediği Patrick Süskind’in kitabı ‘koku’yu bitirdim. Bayıldım. Kurgusu, konusu muhteşem. Beklemediğim bir sonla karşı karşıya kalınca daha bir hayran oldum. Sonra Zadie Smith’in ‘İnci Gibi Dişler’ kitabına başladım. Sırf bir yerde ‘Elif Şafak İskender’i bu kitaptan araklamış’ dendiği için. İyi ki öyle yazmışlar. İskender’den sonra okuyacağım güzel kitaplardan birisi olacak sanıyorum. Ayrıca yazarın hikayesi de oldukça kıskanılası.

Yeni bir şeyler yapmaya hazırlanıyorum. Bir blog ve arkadaşım vesile oldu. Bir roman yazma girişimi diyelim biz buna. Bakalım kendi romanımdan önce becerebilecek miyim. Aslına bakarsanız bu ‘ilk’ roman benim romanımın önceleyicisi olacak. Tabi romanın kahramanına ulaşabilirsem. Tek iletişim kanalım mail ama ona ulaşamıyorum. İkinci bir kanal denedim, yanıt yok. Bekliyorum…

Bu ara evlilik hazırlıkları sürüyor. İnsanların ‘Sen evlenmem derdin, ama bak görürsün çocuk da istemiyorum diyorsun ya onu da yaparsın’ demelerine deli oluyorum. Bu dünyaya gerçekten bir çocuk getirmek istemiyorum. Hem ben daha çocuğum… Çocukluğumu yaşamak istiyorum… Bir de salon düğünü yapılacaksa yapılsın, umurumda değil. Herkes çıksın göbek atsın hatta. Ben sadece ömür boyu onunla yaşamak istiyorum…

Bugünler de haber yazmak istemiyorum nedense. Dönemsel mi bilmem ama, sanki boş gibi her şey. Yani ‘kime ne benim yazdığım haberden’ derken buluyorum kendimi zaman zaman. Geçmesini umuyorum…

Bir de birkaç ay önce bir ajanstan iş teklifi gelmişti, ikinci kanaldan diyelim. Kabul etmemiştim. Şimdi de yine ikinci kanal aracılığı ile bir televizyon kanalından teklif geldi. Korkak birisine teklif ettiklerini bilmiyorlar ama. Yerimden kıpırdamaya korkuyorum ben. Ama şikayet de ediyorum. Hem de ne şikayet. Doğru adım nasıl atılır bir bilen varsa söylesin bana… Çaresizim…

08 Ekim 2011

Arka kapak güzeli yerini sürmanşet 'şiddete' bıraktı

Yaklaşık bir ay önce, Antalya’nın Korkuteli ilçesinde yol kenarında, yüzü koli bandı ile sarılı, elleri iple bağlı bir kadın cesedi bulundu. Adli Tıp’a getirilen cesedi bizim polis adliye muhabiri de gidip çekti. Gözleri açık kalan cesedin yüzündeki koli bantlarının izleri hala duruyordu. Meraktandır sanırım, ben de yazı işlerine gönderilmesi için atılan fotoğraflara baktım. Hissettiğim, düşündüğüm tek şey bunu bir insanın yapmış olamayacağıydı. Kimliği belirlenemeyen cesedin hem kimliği hem de ‘gerçek’ halini gösteren fotoğrafı da geçtiğimiz gün bulundu. Bir erkek tarafından zulüm görmüş olduğunu düşündüğümden midir bilmem ama opak fotoğrafı bana ‘zorla evlendirilmiş, her gün dayak yiyen, insan olma hakkı bile yenilen’ bir kadının portresini çizdi.

Dün de ulusal bir gazetenin sür manşetinde, sırtından kocası tarafından bıçaklanarak öldürülmüş bir kadının fotoğrafı vardı. Nasıl yaparlar bunu diye söylenirken, fotoğrafı gazeteye ‘zorla’ koyan zat açıklama yaptı. Okudum, ‘kadına yönelik şiddetin birkaç mor gözden ibaret olmadığını’ anlatmak için koyduğunu söyledi. Her gün üçüncü sayfalarda okuduğum ‘boşanmak isteyen karısını öldürdü’ şeklindeki haberlerin alt metnini okuyan, kadına nasıl bakıldığını, kadının nasıl görüldüğünü, küfürlere, sosyal hayata, gelenek göreneklere bile kadının nasıl ‘yerleştirildiğini’ bilen birisi için eminim ‘kadına yönelik şiddet’ birkaç mor gözden ibaret değildir. Benim için keza öyle.

Yaşananları, hissedilenleri anlamak için ‘sırtında bıçak’ olan ve şu an hayatta olmayan bir kadının fotoğrafının konulması gerekmediğini, tamamen ticari amaçlarla yapılmaya başlanan bu işin, arka sayfa güzelinden sonra ‘kadının en şiddetli hali’ fotoğrafına dönüştüğünü üzülerek görüyorum.

Şiddet bu toplumun ‘olmazsa olmazı’ haline gelmişken, şiddeti meşru gösteren bir sürü ‘insan’ hala yaşarken, onlara ‘örnek’ teşkil edecek böyle ‘çirkin’ bir fotoğrafın gazetede yer almasını ise ‘ticaret mantığı ile gazetecilik yapmaya’ yoruyorum.

Ben bu tür fotoğrafları ne gazetede görmek ne televizyonda izlemek istiyorum. Kocası tarafından tartaklanan kadını görünce içi acıyan, ‘o kadının yerinde olsaydım ben ne yapardım’ diye düşünmekten kendini alamayan ben, evet itiraf ediyorum, televizyondan kolumu içeriye uzatıp o ‘herifi’ öldürmek(!) istiyorum. Tıpkı yıllar önce Malatya’da yurtta kalan çocuklara zulmeden o ‘bakıcı’ kadınlara (!) yapmak istediğim gibi. Şiddeti onaylamayan ‘ben’i, şiddete yönelten ‘habercilik’ anlayışını ise kınıyorum…

03 Ekim 2011

Alfabenin kağıtla buluşmasının kokusuydu kitap...



Bunan birkaç yıl önceydi. İstanbul’daydım. Mezun olduktan sonra oraya ‘büyük umutlarla’ çalışmaya gitmiştim. Hiçbir şey umduğum gibi olmadı. Doğru adımlar atamadım, kendime aşırı güveniyordum, ki bu güven 20’li yaşlarda insanın yolunu belirlemesinde pek sağlıklı olmuyormuş onu anladım. Rüyaların gerçekleşeceği şehir olarak adlandırılan İstanbul maceram bu kadar karamsar bitmedi elbet. Orada güzel şeyler de yaşadım.

Son çalıştığım gazetenin bulunduğu binanın üst katında siyasi bir partinin ilçe örgütü bulunuyordu. Her gün farklı insanlar gelip gidiyordu oraya. Farklı kişiliklere sahip, farklı talepleri bulunan insanlarla orada karşılaştım. Bir okul gibiydi. Zaman zaman ağladım, zaman zaman isyan ettim anlatılan hikayelere. Ben orada hayata bir farklı bakmayı öğrendim.

O siyasi partinin bir de kütüphanesi vardı. Söz konusu bir siyasi partinin kitaplığı olunca, kitaplara yaklaşma konusunda pek hevesli değildim. Edebiyatın da politik bir yanı vardı elbet ama bangır bangır ‘politika’ kokan kitaplardan da hoşlanmıyordum. Evet at gözlüklerimi çıkarmamıştım o zamanlar. Sonradan benimle aynı olmasa da hemen hemen her ideolojiye yaklaşıp okumayı öğrendim.

Gel zaman git zaman o siyasi partinin ilçe başkan yardımcısı bana bir anı kitabı verdi. ‘Işığı Arayan Köy Kızı’ idi adı. Kapağı oldukça kötüydü. Nasıl derler, alışılmış büyük yayınevlerinden çıkmayan, belli ki kıt kaynaklar kullanılarak bastırılmış bir kitaptı. Nasıl bir hikaye ile karşılaşacağımı bilmiyordum ama okudum. Okudukça sevdim, okudukça hayata açılan pencereme bir mum daha dikmiş oldum. Gökyüzünde bir yıldız benim için parlamaya başladı. Kadınların zamanında ne kadar zor şartlarda eğitim aldıklarını, okumaya olan heveslerini, karanlıktan aydınlığa çıkma savaşlarını gördüm. Önümüze serilen onlarca fırsata rağmen, hayatlarımızı bu kadar berbat etme dürtümüzün nerden kaynaklandığını merak etmeye başladım.

Kitap bana ‘okumam’ için verildiği için onu aldığım yere koydum. Kütüphanemde kitap dursun istediğim için Ankara’da ‘Öğretmen Dünyası’ tarafından basılan kitabı aramaya başladım. Sanırım tesadüflere olan inancımdan, kitabı bulmak için çok çaba sarf etmedim.



Antalya’da 1 Ekim’de Konyaaltı’nda bu yıl ikincisi gerçekleştirilen kitap fuarımız açıldı. Bir önceki yıl açılan fuara nispeten bu seferki daha bir donanımlıydı. Evet gelecek olan konuklardan haz etmediklerim yok değildi ama adımdı işte. Kitaptı, alfabe ile buluşmuş kağıtların kokusuydu nihayetinde fuar.

Ben de bu fuara katıldım. Açılış sonrası standları gezerken işte bu muhteşem kadının kitabına rastladım. Fatma Sarıhan Türkmen. İtiraf edeyim çok duygulandım. Stadın başında duran adam bana çalıştığım gazete ve adımı söyleyince daha bir garip oldum. Yazılarınızı okuyorum dedi bana, çok heyecanlandım. Yazıdan kastı haber olsa da ne bileyim işte, sevindim. Kitaplığıma bir de öneri bir anı kitabı eklemek için Fatma Sarıhan Türkmen’in kardeşi Ayhan Sarıhan’ın öğretmenlik anılarını yazdığı ‘Düşe Kalka’ adlı kitabı aldım.

Sizde naısl duygular uyandırır bilmem. Benim için de şu an tarifi zor. Fatma Sarıhan Türkmen’in anılarını anlattığı kitap beni birkaç yıl öncesinin İstanbul’una götürdü. Yaşadığım zorluklar, çektiğim sıkıntılar, otobüs arkadaşlarım ve niceleri. Sanırım güzel bir tesadüf sonucu kitaplığıma gelen, hoş gelen bu kitap, orda kaldığı sürece anılarımın da canlı tutulmasını sağlayacak.

27 Eylül 2011

Sigara içiyor musun?

Okullar açıldı ya, benim de eğitim maceram kaldığı yerden devam etmeye başladı. Başlamaz olaydı diyorum ama başladı işte. Bugün eğitim sayfası için bir ilköğretim okulundaydım. Aslına bakarsanız dün telefonla aradığımda okulun müdürünü, bugün için çok zorlanacağımın sinyallerini almıştım ama, ‘ben zordan kaçmam’ diyerek kendimi kandırdım. Ve sonucunda ağrıyan bir baş ile masamda al yazmamı başıma bağlamış kıvranırken buldum kendimi. Durum size olayı anlatayım…

Sabah 10’da okulda buluşacaktık. Aracın başka bir işi olduğu için ben erkenden çıkmak zorunda kaldım. Olsun dedim, işleri erken bitirir diğer işlerime bakarım. Aman demez olaydım. Okula adımımı attım, okul müdürünün yanına çıktım. Başladık sohbete. Benim istediğim bilgilerin dışında tüm ıvır zıvır bilgileri hocam sağolsun aktardı bana. Ben o ara öğrencileri tören alanına nasıl indireceğiz, sıcakta pişecekler bir de susmaz bunlar şimdi diye düşünürken hocam oldukça iyimserdi. Her şeyi halledeceğini düşünüyordu. Gelin görün ki ben bunca yıllık deneyimime dayanarak haklı çıktım.


Çocuklar bir felaketti. Sıraya dizilmelerini geçin, susmuyorlardı bile. Bir ara mikrofonu elime aldım. Nereden geldiğimi söyledim, başladılar bağırarak alkışlamaya. Boğazım kurumuş, öksürmeye başladım. Susmadılar tabi. Bir ara işgüzar anasınıfı öğretmenleri, o minikleri bin 600 kişinin arasına sokmak istediler. Gerek yok onları çıkarmayın dedim. Böyle söylememe rağmen bir baktım merdivenlerden tek sıra halinde tören alanına iniyorlar. Sinirlerim tepeme geldi, sustum. Susmak bana baş ağrısı yapıyormuş, sonradan anladım.

Fotoğraf çok kötü oldu haliyle, umursamadım bu sefer. Sırasıyla sınıflarda fotoğraf çekmem gerekiyordu. Söz konusu ilköğretim öğrencileri olunca bir azaptı benim için fotoğraf çekmek. Odasındayken ‘bizim öğrenciler çok usludur’ diyen okul müdürü bir iki sınıf gezdikten sonra halime acıyarak ‘sigara içiyor musun?’ diye sordu. ‘İçiyorum’ dedim. Hay onu da demez olaydım. Dışarıya çıktık, bu sefer hocam öğle arasına az bir vakit kalmasına rağmen konuşmayı bir türlü bitiremedi. Aklımda çekeceğim fotoğraflar varken, dinleyemedim bile onu. Ben paketi alıp ‘hadi hocam gidelim’ demeseydim öğretmenliğin nereden nereye geldiğini bana anlatmaya devam edecekti.

Okuldan kendimiz ar zor attım. Öğle zili çalmıştı ve kapıda kimliğimi alıp ziyaretçi kartı veren görevli ortalıkta yoktu. Ben bu kadar gerginliğe hakikaten gelemezdim. Onu ararken birkaç kişiye sordum, olumsuz yanıt alınca okulun karşısında buluna kafelere baktım. Okul öğretmenlerinden birisini bulup yakasına yapıştım. Biz okul kapısına gelince elinde kimliğimle güvenliği kapıya doğru koşarken gördüm. İçimden küfürler salladım okula da söz dinlemeyen öğrencilere de.

Araç geç kalmıştı, onu beklerken okul bahçesinin dışında bir sigara daha içtim. Aracı aradım, okulun yanında beni bekliyordu, kaputu açık şekilde. Bilin bakalım ne olmuştu. Benim yaver giden şansım, arabasız kalmama razı olmuştu. Bir taksiye binip kendimi ofise attım. Kıtlıktan çıkmış gibi yemek yedikten sonra baş ağrım geçmedi. Zulamdaki al yazmayı çıkarıp başıma bağladım, bir ilaç içtim yetmedi. Beni ancak bir duş paklar diyerek kendimi eve attım. Şimdi yoldan geliyorum. Kendimi iyi hissetmiyorum, başka nedenler de var elbet ama. Ne bileyim, her şey güzel olsun istiyorum…

25 Eylül 2011

İşte ben böyle bir hal içindeyim...




Bir süredir okuma yetimi kaybetmiş gibiydim. Elime en az beş kitap alıp, daha beşinci sayfalarına gelmeden bıraktım. O süreye kadar ne okudun diye sorun, ona da yanıt veremem. O kadar karmakarışığım.

Geçenlerde beni en çok ne rahatlatıyor diye bakınırken, arkadaşımın benim için TÜYAP’ta imzalatarak gönderdiği Ahmet Ümit’in ‘Beyoğlu Rapsodisi’ kitabını elime aldım. İyi de ettim hani. Tarzına hayran olduğu bir yazar Ahmet Ümit. Bir roman yazmaya hevesli olan ben, kitabındaki ayrıntıların olayla bütünleşmesine, her bir sayfayı çevirirken bıraktığı heyecana, anlatımına, kahramanların diyaloglarına bayılıyorum. Okurken bende yaşanmışlık hissi veren bir yazar kendisi.

Neyse efendim, konu bu değil. Konu benim açgözlülüğüm.

Ara sıra böyle ‘okuyamama’ anlarım olduğu için kendime hep ertelediğim kitaplardan alırım. Aslında her kitabın okunmak için bir zaman ihtiyacı olduğunu düşünenlerdenim. Ama böyle zamanlarımda genelde kendimi ‘ertelenmiş- alınmamış kitaplar’ listemi kurcalarken bulurum. Geçenlerde bir blogda okuduğum ‘Tutunamayanlar’ romanından bir alıntı sonrası hemen sanal kitapçıma giriş yaptım. Bir süre önce Seyhan tarafından ‘olumsuz’ eleştirilen 'Koku', aşçılığını bilmiyorum ama yazı dili muhteşem olan Zeren’in önerdiği ‘Yanılsamalar Kitabı’nı ve Ankara döneminden beri ‘okunacaklar ve alınacaklar’ listesinde bekletilen ve işte bu blogda görerek anımsadığım ‘Tutunamayanlar’ adlı kitapları listeme ekledim. Dün nasılsa bir güç beni durdurdu. Bu sabah işe gelir gelmez siparişimi verdim. Az önce aldığım mail de beni havalara uçurdu. Paketim hazırlanmış, yola çıkmıştı bile. İlk defa bu kadar hızlı kitap satın aldım İdefixe’ten.

Şimdilik kendimi Beyoğlu Rapsodisi sonrası bu üç kitabı okumaya adadım.İlkin hangisinden başlayacağımı bilmiyorum. Ama enfes bir polisiye romanın ardından biraz durulmam gerektiğine inanıyorum…

24 Eylül 2011

Bugün Antalya çok güzeldi…



Yağmurdan sonra Antalya,

Pek keyifli
Hava açık
Hevesli…




Renkler yerinde,
Canlı…



Biraz rüzgar,
Çok değil
İçini serinletecek kadar.

22 Eylül 2011

Başım belada...



Bundan yıllar önce, tamam tamam birkaç yıl önce, benim de her ‘sağlıklı’ insan gibi bir facebook hesabım vardı. İnternetle tanışmam ve iletişim serüvenim pek sağlıklı geçmediği için facebook maceram da kötü bir şekilde son buldu. Duvarımı kirleten ‘sevgili’ arkadaşlarım tüm kirli çamaşırlarımı bir bir ortaya dökünce, ben de çantamı kaptığım gibi çıktım. O zamanlar hesabı kapatma diye bir seçenek vardı- sanıyorum artık yok, şimdi dondurabiliyorsun sadece- ona tıkladım ve facebook ile iletişimimi sonlandırdım. Sonrasında bir kere bile pişman olmadım. Ta ki bu yıla kadar.

Mahalle baskısı denen şey başıma bela oldu anlayacağınız. Mesleğim gereği bir facebook hesabı edinmem gerektiği gerçeği ile karşı karşıya kaldım defalarca, direndim. Bir hesabım olursa gün boyu onunla uğraşacağım gerçeğini her defasında dillendirerek ‘mahalle baskısı’nı susturmayı denedim, yemedi. Her seferinde karşıma çıkan ‘facebook’tan örgütlenmişler eylem yapacaklar’, ‘bilmem kime hakaret etmişler’, ‘bilmem ne için grup oluşturmuşlar milyonlar üye olmuş’ şeklinde basına yansıyan haberleri, yapamadığım için okudum. Arkadaşlarımın evliliklerinden, bebeklerinden bi haber oldum. Hayat hızla akıp giderken kendimi bir an yerimde sayarken buldum. Cep telefonunun elzem olduğu bir dönemde, cep telefonsuz dolaşıyormuş gibi hissettim kendimi.

Birkaç saat önce bir arkadaşımın ‘Gamze şu twiti paylaşır mısın twitter’ından’ sorusu ile de kalakaldım. Çünkü benim ‘facebook’un yanı sıra bir ‘twitter’ım bile yoktu. Kınandım, yerin dibine sokuldum. İnternete de girebilen bir telefon hediye edilmesi koşulu ile twitter ve facebook hesabı açacağımı söyledim – evet telefonlarım internete giremiyor- ama ikna edemedim.

Şimdi ise ne yapacağını bilemeyen bir haldeyim. Yeni bir facebook hesabı açıp arkadaş listesi oluşturmaya, gruplara üye olmaya, bişiler paylaşmaya, bişilere ortak olmaya zamanım var mı bilmiyorum. Yok ‘internet zaman kaybı’ diyenlerden değilim. Sadece kendimi bildiğimden böyle söyledim. Bir twitter açıp, günün her saati kim ne yazmış, kim ne demiş diye takip edebilecek kadar da ‘hızlı’ değilim.

Hesap açtıktan sonra yine bir şeylerden geri kalacağımın bilincindeyim. Şimdi söyleyin, ben ne yapayım? Zaten uzak kaldığım bu iki sosyal paylaşım sitesine üye olup azıcık yaklaşayım mı? Yoksa hiç bulaşmadan yoluma mı devam edeyim? Başım dertte bana bir yol gösterin!!!

19 Eylül 2011

Onu fotoğraf makinası güldürdü...

Birkaç günlük tatilin ardından işe başladım. Evet kabul ediyorum, tatil sonraları için işe gitmek hayli azap verici bir durum. Ve evet sabah işe ayaklarımı sürüye sürüye geldim. Bugün okullar açıldı ya, sabahtan hemen ilköğretim haftası etkinliklerine katıldım. Üç okulun açılışı vardı. Bir omzumda fotoğraf makinesı çantam, birisinde laptop, üztüne bir de nemli ve bunaltıcı bir hava. Yoruldum, hem de çok. Kemiklerimin ağırdığını hissediyorum. Hamama gitmek istiyorum. Ve biliyorum karman çorman yazıyorum. Neyse….



Bugün okul açılışlarının birisinde bu çocuğun fotoğrafını çektim. Halk oyunu ekibindeydi, hepsinden de farklıydı. Yüzüne takındığı o ciddi hal ile oynuyordu. Fotoğrafını çekmek istedim. Bir iki kareden sonra çekildiğini fark edip sırıttı. Tüm ciddiyetini bozdum, ben de sırıttım. Ama ben onun daha çok bu ciddi halini sevdim. Sizinle de paylaşayım istedim….

12 Eylül 2011

Hayallerini unuttu...

Daha orta okul yıllarındayken Mehmet Aslantuğ’un ‘Sıcak Saatler’ dizisindeki ‘gazetecilik’ figürüne kapılmış, ‘ben de gazeteci olacağım’ demişti. O yıllarda edebiyat öğretmenine olan tutkusu, yazma ve okuma sevdası ‘edebiyat öğretmeni’ olması yönünde kendisini sıkıştırsa da ‘Önce edebiyat fakültesini bitirip edebiyat öğretmeni olacağım, ardından da gazetecilik okuyup mesleğimi yapacağım’ diye karalamıştı anı defterinin son yaprağına. Kararı kesindi….

Lise yıllarında edebiyat tutkusunu gazetecilik ile harmanlayıp tek bir şey, gazetecilik okumaya karar verdi. Sınav sisteminin karmaşası yüzünden son sınıfta, yıllardır aynı sıraları paylaştığı arkadaşlarından ayrıldı. Okulun rehberlik öğretmeni ile uzun soluklu konuşmalar yapıp, kararlılığını belirtti. 40 kişilik sınıftan, tanımadığı yüzlerle dolu 60 kişilik sınıfa geçiş yaptı. Öğretmenleri onu bu çılgın kararı yüzünden örnek gösterdi. Kendisi mezun olduktan sonra da, okulunda 6 kişi için sözel bölüm açıldı okul tarihinde ilk defa.

Kararlılığını lise yıllarında da yine bir defterin son yaprağına karalamıştı. ‘2001 yılı Haziran ayında ben Ankara Üniversitesi Gazetecilik Bölümünü kazanacağım’ diye. Sınava girdi, oldukça rahattı. Soruları tek tek yanıtlayıp çıktı. Sınav sonrası sonuçlara bakmadı bile. Emindi, kazanacaktı. Puanı istediği okulun puanından 3 puan fazla geldi. Artık okulu kazanmıştı. O kadar tercih hakkını geride bırakıp sadece iki tercihe istediği okulun adını yazdı. Ankara Üniversitesi Gazetecilik ve Gazi Üniversitesi Gazetecilik. İlk tercihini kazandı, bölüme altıncı sıradan girdi.

Nice gazetecilerin yetiştiği okulun sıralarında oturdu, hayatını kaybetmiş büyük düşünürlerin isminin verildiği dersliklerde hocalarını dinledi. Haylazlık yaptı, derslerine çalışmadı. Aşık oldu, sınıfta kaldı. Ama gazetecilikten hiçbir zaman vazgeçmedi. Bir an önce mezun olup dünyayı kurtarmak istiyordu. Son senesini bu duygularla geçirdi.

Mezuniyetten sonrası ise tam bir hayal kırıklığı idi onun için. Bakkal dükkanı işletirken, ‘onu tanıyorum, bunu biliyorum, belediye başkanının söğüşlerim’ diyerek ‘gazete dükkanı’ açan işyerleri ile çalıştı. İstanbul hasreti idi, oraya gitti. Barınamadı. Yaşadığı şehre döndüğünde ise tablo hiç iç açıcı değildi. ‘Benim hayal ettiğim dünya bu değil’ diyerek içine kapandı. Birkaç yer gezdi. Sonunda pes etti. Yerel gazetelere CV bıraktı, dergi çıkarak bir yerden teklif geldi. Oraya girdi. Her şey yolunda giderken dergi kapandı. ‘Acaba haber yazabiliyor mu’ denilerek çökmüş bir yolun haberi yaptırıldı. İşi yaptığı anlaşılınca ‘haberci’ oldu. Sektörü tanıdı. Lüzumsuz insanların doldurduğu sektörde ayrı bir yer edinmeye çalıştı. Farklıydı, farkını gösterdi. Ama bunların hiçbirisi yetmedi.

Yıllardır hayalini kurduğu meslek gözünde birden küçüldü. Girdabın içinde debelenirken buldu kendisini. Bir anda birilerinin ‘fettecisi’ oldu.

Yola başlarken kurduğu hayaller kısa sürede bitti. Hayaller gidince yaşama sevinci de kalmadı. Yorgun düştü, öfkesi arttı, tembelleşti,, verimi düştü, kendisi olmaktan çıktı.

Şimdi aynada baktığı yüzünden nefret etmemek için kendisine bir yol arıyor. Ne yapacağını ise bilmiyor. Hikayesine yeni bir yerde devam etmek istiyor ama neresi olduğunu kestiremiyor. Unuttuğu hayallerini anımsamak ve onları hayata geçirmek için güç istiyor…

09 Eylül 2011

Yaş 28 ama göstermiyormuşum...




Şimdi ben sigarayı bıraktım ya, tamam tamam bırakmadım ama arifesindeyim, neyse ofisteki arkadaşlardan otlanıyorum. Dolayısı ile günlük 7, bazen de 14 TL cebimde kalıyor. Evet arkadaş zararlısıyım. Bu kalan parayı da ben taksi parası yapıyorum, illa harcayacağım ya. Bir ara daha çok uyumak için geç kalkan ve ofise taksi ile gelen arkadaşıma benzedim. Bir 15 dakika daha uyumak için cep telefonunun ayarlarıyla oynuyorum. Sabah da evin dibindeki taksi durağına ‘Günaydın’ dedikten sonra sıradakine binip ofisime geliyorum.

Bugün de aynısını yaptım. Önceki gün başka müşteriye gideceği için beni aracı ile bir diğer taksinin yanına götüren şoföre denk geldim. Az sohbet ettik. Bana ‘çalışmayı seviyor musun?’ diye sordu. ‘Evet ama iş beni soğuttu’ dedim. Kızından bahsetti, okumamış üniversiteyi, kazandığı halde hemde. Sonra bir işe girmiş, bir ay dayanamamış, evlenecekmiş. Koca parasına mahkum olmak istemem açıkcası, ama o bunu seçmiş. Üzüldüm onun durumuna. Kızının yapmadıklarını oğlu yapmış ama. Hem ikinci üniversitesini okuyor hem de çalışıyormuş.

Sohbet ederken bana hani, üniversiteden mezun olduğumu sordu. Ankara Üniversitesi dedim, o da Gazi’den mezunmuş. İşini yapmamış ama kamuda çalışmış. Emekli olunca da evde duramadığı için taksicilik yapmaya karar vermiş.

Laf arasında yaşımı sordu. 28 dedim. ‘Göstermiyorsun bacım’ dedi. ‘Kot tişörtle göstermem zaten’ dedim. ‘Yok yok göstermiyorsun, daha genç duruyorsun’ dedi. İçime su serpti. Yaşla sorunu olan ben güne mutlu başladım. Akşam gördüğüm kabus sonrası içime oturan ‘acaba ne olacak’ korkusu, yerini mutlu bir başlangıca bıraktı.

Git bunları blogunda yaz...

Biliyor musunuz, 28 yıllık hayatımda, ‘bu yıl bunu öğrendim’ dediğim hiç bir şey olmadı. Ama bu yıl ben çok önemli bir şey öğrendim. BÜYÜK KONUŞMAMAYI!!!

Ben nasıl böyle oldum bilmiyorum. Hayatımda hiç ‘pembe panjurlu bir ev’ hayali kurarken yakalamadım kendimi. İlk aşkım, ilk hevesimde bile böyle değildim. Annemin amcası ‘kızlar pantolon giymez’ dediği için pantolon giyemeden büyüdüm. ‘Büyüdüğünde gelin olacaksın’ denildiği için evliliğe hep karşı durdum. Hem yanlış kişilerle karşılaşmaktan, hem yanlış seçimler yapmaktan dolayı yıllarca ‘ben evlenmeyeceğim’ diyip durdum. Ta ki bundan birkaç ay öncesine kadar….

Hayatımda her şey ‘birdenbire’ başlar benim. Güzel bir hayata merhaba diyeceğim ilişkimde de keza öyle oldu. Kırk yıldır birbirimizi tanıyormuşuz gibi doldurduk içimizi geçen sürede. Ayrı evlerde kalmak bize yetmedi, aynı evi paylaşmak için adım attık. Birbirimizi ailelerimizle tanıştık, ailelerimizi birbirleriyle. Sonra da işin ikinci aşlamasına geçtik.

Geçtik geçmesine de ben yine büyük konuşmaya başladım. Vay efendim nişan alışverişi de neymiş, efendim eve yün yorgan istemezmişim, yok efendim düğünde çalgı çengi olmayacakmış, kokteyl ve nikah nelerine yetmiyormuş, kabarık uzun gelinlik giymek de neymiş, ben öyle sarı altın falan takmazmışım, gümüşlerim bana yetiyormuş… gibi.

Bana göre evlilik, iki kişi arasında gerçekleşmesi gereken bir şey. ‘Elalem ne der?’, ya da birileri eğlensin diye yapılan bir eylem değildir. Bu görüşümü her dillendirdim yerde ‘ama onların ilk heyecanları, heveslerini almaları lazım’ sözleri ile kandırılmaya çalışıyorum. Ben ‘yapmayacağım’ diye ısrarla bir şeyler söylerken de ‘git bunları bloğunda yaz, er ya da geç sen bunları yapacaksın’ diye tehdit ediliyorum.

Efendim, ben 28 yaşındayım. Dediğim dedik birisiyim. Bunca zaman evlenmeyeceğim diye tutturan bendeniz evleneceğim. Elbette benim istediğim olacak. O eve yün yorgan sokulmayacak, düğünde çalgı olmayacak, gelinlik sade ve kısa olacak, nişan alışverişi falan gerçekleşmeyecek… Ve o gün düğünde üç saatten fazla kalınmayacak….

Not: Git bunları blogunda yaz diyenlere ithaf olunur. İşte yazdım … :)

26 Ağustos 2011

Bir blog, bir takı, bir macera ve birazcık şans...



Geç kalınmış bir yazı kabul. Ama yumurta kapıya dayanınca iş yapmayı adet edinen ben, ofiste biriken işlerimi tamamlamak zorundaydım… Şimdilik affınıza sığınıyorum…

İşler o kadar karışık ki, zaman kavramımı da yitirmiş durumdayım. Ama sanırım bu hafta başındaydı. Kötü bir haftaya başlamış olmanın yorgunluğunu taşıyordum. Verimli değildim, canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Boş boş web sitelerini gezerken kendimi blog alemine dalmışken buldum. Sadece takip ettiğim blogları değil, onların da takip ettiklerini incelerken Elif hanıma rastladım…

Gümüşe olan hayranlığım aşikar. Sarı altını dökün önüme, takmam. Onları satıp kendime gümüş ciciler alırım, orası da ayrı bir gerçek. Uzun zaman önce internet üzerinden yaptığım gümüş alışverişi sonrası uğradığım hüsranı bir kenara bırakıp, Elif hanımın sitesinden kendime, beni mutlu edecek takılar aramaya başladım. Canı sıkıldıkça alışveriş yapan değil de, canı sıkıldıkça kendisine şans getirecek takılar alan kadınlardan birisi olduğum için, uzun süre sitenin içinden çıkmadım. İlk bakışta aşk yaşadığım bu takıyı almak için de hemen kendisi ile iletişime geçtim.



Fiyatıydı, kargosuydu derken güzel bir sohbet başladı İstanbul-Antalya arasında. Alışveriş değil de arkadaş sohbetine dönüştü bizimkisi biraz. İnternet iletişimi soğutuyor diyenlere inat, sıcak bir iletişim kurduk kendisi ile. İndirim yapıldı, ödeme gerçekleşti derken kargom ertesi gün muhteşem bir kutu içerisinde yanında da şans kalemi ile adresime geldi.

Sadece kalemin değil de şans getirmesi niyetiyle aldığım bu kolyenin de bana şans getireceğine inanıyorum. Ve Elif hanıma buradan da teşekkür etmek istiyorum. Hatta onu kıskandığımı, ben neden gümüş takı yapamıyorum diye kendimi parçaladığımı da bilmesini istiyorum. Tamam bazı şeyler beceri ister ama sonradan da öğrenilen şeyler olmalı değil mi canım….




Yok yok, kargocuyu kapının önünde beklediğimi, heyecanla paketi açıp kolyeyi hemen boynuma taktığımı anlatmayacağım Hatta uzun bir süre bu kolyeyi boynumdan çıkarmayacağımı da… Hatta ve hatta düğünde takmak için birkaç parça beğendiğimi de yazmayacağım. Yok yok yazmayacağım

16 Ağustos 2011

Ve hayat...



Birkaç defa daha söylenmişti.
Göz ardı edilmiş, korkulmuş belki de zamansız bulunmuştu.
Ama nedendir bilinmez, isteniyordu.
Birlikte olmak,
Birlikte yaşlanmak,
Birlikte hayatın tadını çıkarmak…
Söz konusu hayat ise paylaşılması zordu.
İnsan bencildi. Zaman dardı.
Yapılmak istenilen şeyler birikmişti.
Ama işte birden oluverdi.
Rusya’dan bir ses geldi.
Sıcacık, samimi, aynı benim gibi…
Antalya’dan bir ses yükseldi…
Aynı onun gibi.
Tamam dedik, tam olduk ve biz olduk…


……………

Aslında film izleyecektik. Şirinler’i. Ben iş çıkışı ona gittim. Yok yok o beni almaya geldi. Özlemişim, sarıldım. Çektim kokusunu içime…

Az kaldı az kaldı diye diye oyaladı beni. O filmi hazırlarken ben birer kahve yaptım ikimize. Şekersiz ve sade. Kahvemizi içerken ben bir sigara yaktım. ‘Ne zaman bırakacaksın?’ diye sordu, ‘Senden ayrıldıktan sonra’ dedim. Sustu, lafını etmedi bir daha.

Bir ara ortadan kayboldum. Yanına geldiğimde ‘Daha fazla beklemenin anlamı yok’ dedi. Bilgisayardan bir görüntü açtı.

Önce neresi olduğunu idrak edemedim. Anıt gibi bir şey vardı. Üzerinde ‘Nazım’ yazıyordu. Ekrandaki ses ‘Hayatım, filmi bölüyorum ama’ diye başladı söze. Gerisini duyamadım.

Gözlerime baktı, ‘Bir ömür boyu’ dedi. Sarıldım, ‘Evet’ dedim. Kokusunu içime çektim…

Sonra defalarca onu izledim ekrandan. Bir kere değil, defalarca aşık oldum. Daha çok sevdim. Daha çok sarılmak istedim.

Şimdi birlikte bir yola çıktık. Yapacak çok işimiz var. Nazım'ın dizelerindeki gibi…


………………..

GİDERAYAK

Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.


Haziran 1959


08 Ağustos 2011

Fareler çekirdek sever...

Geçenlerde bizimkiler eve yeni bir buzdolabı aldı. Buzdolabı ile birlikte eve küçük bir misafir de geldi. Halk arasında adı ‘fındık faresi’ olan ama benim için iğrenç bir haşereden öte gitmeyen bir ‘fare’. Depodan çıkan buzdolabının kartonuyla birlikte eve gelen fare, kendisi için bu sıcak yaz gününde banyoyu mekan seçti. Hal böyle olunca da Antalya’nın sıcağında günde defalarca banyoya girme gereği duyan ben, duşumu tuvalette almak zorunda kaldım.

Ev ahalisinin fareyi yakalamak için kurduğu kumpasları, bizim ‘fındık’ faresi günlerce yemedi. Yapışkanlı bir tuzağın değil üstünden geçmek, yanına bile yaklaşmadı. Üzerine konulan ekmek ve peynir gibi yiyeceklere ise dokunmadı bile.

Birkaç gün süren bu kovalamaca, Cumartesi günü komşumuz tarafından verilen bir öneri ile son buldu. Eskiden Adana’da bahçeli bir evde oturan komşumuz, fare kapanının içine insan eli değmemiş (şaşırmayın hemen, pakette satılan çekirdekten bahsediyoruz. Dökerken de paketle dökeceksiniz, avucunuza alarak değil) çekirdek konuşmasını önerdi. İyi de etti hani. Akşamdan koyduğumuz çekirdeklere giden farenin sabah cansız bedeni ile karşılaştık.

Bir canlının ölümü korkunç bir şey gibi gelebilir, haklısınız da. Ama doğal yaşam alanı banyo olmayan bir canlıyı, evde beslemek de bana pek sevimli gelmiyor.

31 Temmuz 2011

Kısa kısa Cumartesi notları...

Cumartesi gününün üzerinden çok geçti biliyorum. Ama bazen hayat, hiç beklemediğiniz anlarda sizi sürprizle karşılayabiliyor. Biz de Cumartesi günü öyle bir sürprizle başladık güne.

Arkadaşımın bebeğinin nefes alma sorunu çıktı. O yüzden başka bir hastaneye kaldırıldı. Sadece sezaryenden sonra öpebildi bebeği, sonrası ayrılık malumunuz. Şimdi yoğun bakımda, en kısa zamanda çıkmasını diliyorum. Ki inanıyorum çıkacak, çünkü evde kardeşini dövmeyi bekleyen bir abi var.

Tanışma faslı gayet güzel geçti. Sabah ben tek başıma iki hastaneye de uğradım, aşksam da erkek arkadaşımla birlikte gittik. Akşam ziyaretinde “siz gidin dinlenin” diyen arkadaşıma erkek arkadaşımın annesi “ya sohbet ediyoruz ne güzel, ama tabi işleri varsa gitsinler” şeklinde yanıt vermesi pek hoştu. Ben pek sevdim kendisini. O da beni sevdi, yani galiba, yok yok sevmiştir, canım ben sevilmeyecek hatun muyum…

Not: Terledim, ama üzerimde açık renk bir şey olduğu için çakmadı kimse. Tabi saçlarım sırılsıklam oldu. Ama güzel haber, kekelemedim:)

30 Temmuz 2011

Aklıma geldi...



Birkaç gün önce arkadaşlarımla okey oynadım. Yenen taraftaydım, eşim sağlandı yani. Okey sonrası sigarayı bırakacağıma dair bir söz verdim. Vermez olaydım. Benimle iddiaya girenlerden birisine kitabına, birisine de ‘ne istersen’nine sözleştik. Yok yok okeye dördüncümüz de vardı, onu da ‘İncir Reçeli’ filmi ile daha önce alt etmiştim. İşte o hain, girdiğimiz iddiayı kaybetmeyi hazmedememiş olacak ki, ertesi gün messengerdan yanlışlıkla ‘ben bir sigara molası vereyim’ sözümü hemen iddiaya girdiğim arkadaşıma yumurtlamış. Dün telefonla aradı beni iddiaya girdiğim arkadaşım “Henüz nasıl bir kitap istediğime karar veremedim” dedi. Sonuna kadar inkar metodunu uygulayıp, “İşim var” diyerek telefonu kapattım. Bu işin altından nasıl sıyrılacağımı bilmiyorum.

**********

Bilenler bilir, ben aslında hümanistim. Ama dün tüm hümanistliğimi bir kenara bıraktım. Eve giderken birkaç bacaksız çingene üzerime yürüdü. Küfürler havada uçuştu. Nereden cesaret alıyorlar bilmiyorum. Yanımdaki arkadaşımla birlikte baya bir gerildik. Hemen olayın olduğu yerde bulunan ve beni de tanıyan taksiciler ise kıllarını kıpırdatmadı. Çok öfkelendim, “Çingenelerden nefret ediyorum, nasıl çocuk yetiştiriyorlar” dedim. Arkadaşımdan da zılgıtı yemem bir oldu. Antalya’da uyuşturucu ile anılan Zeytinköy’de (Çingeneler de yaşıyor burada) bir proje var, güzel proje, bölgeyi ayağa kaldıracak bir proje. Ama sıcak paraya alışmış olanların hiç yanaşmayacağı bir proje. Antalya İl Milli Eğitim Müdürlüğü bölgede proje kapsamında kurs açtı, başvuru az. Neden mi? Düşünün bakalım….

**********
Geçenlerde mutfaktaydık, konu nereden geldi bilmiyorum ama aklıma üniversite yıllarım geldi. Okuldayken solcu erkeklerin ‘Kurtlar Vadisi’ni izlemesine anlam verilmez, hatta yadırganırdı. Neden mi? Bilmiyorum. Siyaset Bilimi hocamız bir keresinde, o dönem baya meşhur olan Biri Bizi Gözetliyor adlı programı kim izliyor demişti. Sınıftan kimse oralı olmamıştı. Oysa herkes izliyordu. İyi hatırlıyorum, Türkiye’nin profiline göz atmak için hem onu hem de evlendirme programlarına bakın demişti. Yani, muhalefet olup ezberden konuşmamak lazım. bir de okumak, çok okumak lazım…

27 Temmuz 2011

Sen 'feminem' değil misin? Nasıl evlenirsin?



Telefondaki ses bana ‘Sen feminem değil misin? Nasıl evlenirsin” diye soruyor. Aklımda ‘feminem değil, feminist’ sözcüğü dolaşırken “Neden olmasın?” diye sorusuna soruyla yanıt veriyorum…

Durun durun ben size iyisi mi en başından anlatayım…

Son birkaç gündür normal değil her şey. Belki ‘normal değil’ ağır bir sözcük oldu, biz buna ‘her zaman ki gibi değil’ desek daha doğru olur sanırım. Bugün de ‘her zamanki gibi olmayan’ günlerden birisine uyandım ben. İçimde anlamlandıramadığım bir heyecan. Ellimi nereye koyacağımı bilmiyorum, zaman zaman nefes alış verişlerin beni zora sokuyor, hatta öyle anlar oluyor ki nefes alamıyorum. Suyla takviye ediyorum kendimi. Heyecanlıyım anlayacağınız.

Cumartesi günü erkek arkadaşımın annesi ile tanışacağım bir hastane odasında. Tasarlanmış planlanmış bir durum değil. Benim orada olmam lazım, onun da annesinin. İkimiz de aynı yerde bulunmak durumundayız. Bir bebek dünyaya gelecek. Ben gidip korkak ellerimle ona dokunmaya çalışacağım, elime alamayacağım. Annesi de orada bebeğin annesine destek için bulunacak. Bebeğin annesi benim de arkadaşım olunca, buluşmak kaçınılmaz bir hal alacak anlayacağınız.

Şimdi bunda ne var demeyin, başıma ilk defa geliyor. İlk defa böyle bir işe soyunuyorum. Aniden, birdenbire oldu her şey. Durun ben bir nefes alayım…. Rahatlayayım…

Evet nerede kalmıştık, Cumartesi günü yaşanacak olan bu buluşmayla ilgili tek sıkıntı yaratan benim. Erkek arkadaşım oldukça rahat. Ne var bunda diye söylenirken pis pis sırıtıyor bile. Gelenek görenek tanımayan ben, kendimi göstermeye gidiyormuşum gibi hissediyorum. Hal böyle olunca da kasım kasım kasılıyorum. O gün orada ter batağına batacağımı, kekeleyerek konuşacağımı hayal edip kahroluyorum. Hastaneye gitmeme planları yaparken bir taraftan da ‘nereye kadar kaçacaksın’ diye soruyorum… Ayaklarım beni Cumartesi günkü buluşmaya götürebilecek mi inanın bilmiyorum….

O günü hayal bile etmek istemiyorum….

İşin bu kısmının yanında bir de arkadaşlar, dostlar faktörü var. Yıllardır “Ben asla evlenmem, evlilik de neyin nesi” diye dolaşan ben, şimdi onunla bir ömür geçirmek istiyorken bunu arkadaşlarıma anlatamıyorum. “Sen mi, saçmalama. Kim? Adı ne? Yaşı kaç? Nereli?” sorularına maruz bırakılıyorum. (Bu sabah İstanbul ve Samsun’dan böyle telefonlar aldım) Bir dostum arayıp benim “feminem” olduğumu söylüyor. Oysa ben heteroseksüelim, ha bir de feminist. Aklım karışıyor. Etrafım kalabalık, yanıt veremiyor, sorusunu soruyla karşılıyorum. Kendimi anlatamıyorum.

İçlerinden birisi kalkıp detayları almak için annemi aramaya yelteniyor. Annemin detay bilmediğini söyleyip telefona yelteniyorum. Arkadaşımın telefonu meşgul sinyali veriyor. kalbim sıkışıyor, terliyorum. Hemen akabinde telefonum çalıyor. Sırıtarak “ayrıntı için aradım” diyor. Kızıyorum sevimli şeye. Kapatıyoruz. Sonra İstanbul’dan arkadaşımın eşi arıyor, nikah şahidin olmak istiyorum demek için. Gülmekten yerlere yatıyor. Hissediyorum, duyuyorum…

Evlenebileceğime inanamıyorlar, ‘düğün ne zaman, ne zaman oynayacağız’ diyorlar. Düğün olmayacağını söylüyorum. Oynamaya bahane arayan arkadaşlarım, hüsrana uğruyor. Kendimi anlatamıyorum. Aklıma Cumartesi günü geliyor. Elim ayağım birbirine dolaşıyor. Düşünüyorum…

14 Temmuz 2011

Çocuk olmak çıplaklıkla eşdeğerdir burada...



Dün bir haber için Zeytinköy’e gittik. İsmine bakıp şirin bir köy hayal etmeyin sakın. İmarsız, tapusuz, yolsuz ve çoğunluğu gecekondulardan oluşan bir bölge burası. Araya birkaç apartman serpiştirilmiş ama o kadar.

Yaşam o kadar da kolay değil burada. İsmi ‘uyuşturucu’ ile anılan bir bölge olması hasebi ile genç olmak da, çocuk olmak da kolay değil bu bölgede. Ya içine karışır gidersin, ya da kendini korumak istersin. Adın ‘Zeytinköylü’ sıfatı ile anılsın istemezsin…

Burada çocuk olmak ise çıplak gezmekle eş değer çoğunlukla. Ayakkabısız, donsuz, tozun toprağın içinde debelenmektir çocukluk. Kırık dökük birkaç oyuncak ile yeni oyunlar hayal etmektir. Deli gibi koşmak, koşmak koşmak, nereye varacağını bilemeden hem de.

Bazen de camdan dışarıya bakmaktır. Hesapsız kitapsız. Zaten çocuk olmak hesap kitap yapmadan yaşamak demektir.