26 Ağustos 2011

Bir blog, bir takı, bir macera ve birazcık şans...



Geç kalınmış bir yazı kabul. Ama yumurta kapıya dayanınca iş yapmayı adet edinen ben, ofiste biriken işlerimi tamamlamak zorundaydım… Şimdilik affınıza sığınıyorum…

İşler o kadar karışık ki, zaman kavramımı da yitirmiş durumdayım. Ama sanırım bu hafta başındaydı. Kötü bir haftaya başlamış olmanın yorgunluğunu taşıyordum. Verimli değildim, canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Boş boş web sitelerini gezerken kendimi blog alemine dalmışken buldum. Sadece takip ettiğim blogları değil, onların da takip ettiklerini incelerken Elif hanıma rastladım…

Gümüşe olan hayranlığım aşikar. Sarı altını dökün önüme, takmam. Onları satıp kendime gümüş ciciler alırım, orası da ayrı bir gerçek. Uzun zaman önce internet üzerinden yaptığım gümüş alışverişi sonrası uğradığım hüsranı bir kenara bırakıp, Elif hanımın sitesinden kendime, beni mutlu edecek takılar aramaya başladım. Canı sıkıldıkça alışveriş yapan değil de, canı sıkıldıkça kendisine şans getirecek takılar alan kadınlardan birisi olduğum için, uzun süre sitenin içinden çıkmadım. İlk bakışta aşk yaşadığım bu takıyı almak için de hemen kendisi ile iletişime geçtim.



Fiyatıydı, kargosuydu derken güzel bir sohbet başladı İstanbul-Antalya arasında. Alışveriş değil de arkadaş sohbetine dönüştü bizimkisi biraz. İnternet iletişimi soğutuyor diyenlere inat, sıcak bir iletişim kurduk kendisi ile. İndirim yapıldı, ödeme gerçekleşti derken kargom ertesi gün muhteşem bir kutu içerisinde yanında da şans kalemi ile adresime geldi.

Sadece kalemin değil de şans getirmesi niyetiyle aldığım bu kolyenin de bana şans getireceğine inanıyorum. Ve Elif hanıma buradan da teşekkür etmek istiyorum. Hatta onu kıskandığımı, ben neden gümüş takı yapamıyorum diye kendimi parçaladığımı da bilmesini istiyorum. Tamam bazı şeyler beceri ister ama sonradan da öğrenilen şeyler olmalı değil mi canım….




Yok yok, kargocuyu kapının önünde beklediğimi, heyecanla paketi açıp kolyeyi hemen boynuma taktığımı anlatmayacağım Hatta uzun bir süre bu kolyeyi boynumdan çıkarmayacağımı da… Hatta ve hatta düğünde takmak için birkaç parça beğendiğimi de yazmayacağım. Yok yok yazmayacağım

16 Ağustos 2011

Ve hayat...



Birkaç defa daha söylenmişti.
Göz ardı edilmiş, korkulmuş belki de zamansız bulunmuştu.
Ama nedendir bilinmez, isteniyordu.
Birlikte olmak,
Birlikte yaşlanmak,
Birlikte hayatın tadını çıkarmak…
Söz konusu hayat ise paylaşılması zordu.
İnsan bencildi. Zaman dardı.
Yapılmak istenilen şeyler birikmişti.
Ama işte birden oluverdi.
Rusya’dan bir ses geldi.
Sıcacık, samimi, aynı benim gibi…
Antalya’dan bir ses yükseldi…
Aynı onun gibi.
Tamam dedik, tam olduk ve biz olduk…


……………

Aslında film izleyecektik. Şirinler’i. Ben iş çıkışı ona gittim. Yok yok o beni almaya geldi. Özlemişim, sarıldım. Çektim kokusunu içime…

Az kaldı az kaldı diye diye oyaladı beni. O filmi hazırlarken ben birer kahve yaptım ikimize. Şekersiz ve sade. Kahvemizi içerken ben bir sigara yaktım. ‘Ne zaman bırakacaksın?’ diye sordu, ‘Senden ayrıldıktan sonra’ dedim. Sustu, lafını etmedi bir daha.

Bir ara ortadan kayboldum. Yanına geldiğimde ‘Daha fazla beklemenin anlamı yok’ dedi. Bilgisayardan bir görüntü açtı.

Önce neresi olduğunu idrak edemedim. Anıt gibi bir şey vardı. Üzerinde ‘Nazım’ yazıyordu. Ekrandaki ses ‘Hayatım, filmi bölüyorum ama’ diye başladı söze. Gerisini duyamadım.

Gözlerime baktı, ‘Bir ömür boyu’ dedi. Sarıldım, ‘Evet’ dedim. Kokusunu içime çektim…

Sonra defalarca onu izledim ekrandan. Bir kere değil, defalarca aşık oldum. Daha çok sevdim. Daha çok sarılmak istedim.

Şimdi birlikte bir yola çıktık. Yapacak çok işimiz var. Nazım'ın dizelerindeki gibi…


………………..

GİDERAYAK

Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.


Haziran 1959


08 Ağustos 2011

Fareler çekirdek sever...

Geçenlerde bizimkiler eve yeni bir buzdolabı aldı. Buzdolabı ile birlikte eve küçük bir misafir de geldi. Halk arasında adı ‘fındık faresi’ olan ama benim için iğrenç bir haşereden öte gitmeyen bir ‘fare’. Depodan çıkan buzdolabının kartonuyla birlikte eve gelen fare, kendisi için bu sıcak yaz gününde banyoyu mekan seçti. Hal böyle olunca da Antalya’nın sıcağında günde defalarca banyoya girme gereği duyan ben, duşumu tuvalette almak zorunda kaldım.

Ev ahalisinin fareyi yakalamak için kurduğu kumpasları, bizim ‘fındık’ faresi günlerce yemedi. Yapışkanlı bir tuzağın değil üstünden geçmek, yanına bile yaklaşmadı. Üzerine konulan ekmek ve peynir gibi yiyeceklere ise dokunmadı bile.

Birkaç gün süren bu kovalamaca, Cumartesi günü komşumuz tarafından verilen bir öneri ile son buldu. Eskiden Adana’da bahçeli bir evde oturan komşumuz, fare kapanının içine insan eli değmemiş (şaşırmayın hemen, pakette satılan çekirdekten bahsediyoruz. Dökerken de paketle dökeceksiniz, avucunuza alarak değil) çekirdek konuşmasını önerdi. İyi de etti hani. Akşamdan koyduğumuz çekirdeklere giden farenin sabah cansız bedeni ile karşılaştık.

Bir canlının ölümü korkunç bir şey gibi gelebilir, haklısınız da. Ama doğal yaşam alanı banyo olmayan bir canlıyı, evde beslemek de bana pek sevimli gelmiyor.