28 Ekim 2010

Bana şans dileyin...



Aslında her şey benim Erzincanlılar Derneği’ni aradığım gün o antika dükkanın penceresine yapışıp kalmamla başladı. Hiç aklımda yoktu oysa, aslında hep vardı antika dükkanlarını kurcalamak ama olmamıştı işte. O gün ayaklarım beni o dükkana götürdü resmen, vitrini beni cezp etti. Eski ve anısı olan şeylere bayıldığımdan kendimi içeride buldum. Bir yüzük hastası olan ben, ilk önce gümüş yüzükleri inceledim, fiyat sordum, sonra dükkan sahibinin Antikacılar Derneği Başkanı olduğunu öğrendim ve ona gazete için bir çalışma yapmayı teklif ettim. Kartını alıp dükkandan ayrılmamla orada geçirdiğim zaman 10 dakikayı geçmedi. Ama bu süre benim yeni bir meşgale ile tanışmama yetti de arttı bile.

Bayramdan sonra gerçekleşen buluşmamızda ise daha bir bağlandım bu antika işine. Antika güzel şeydi, anısı olan şeyler güzeldi, ben güzeldim, dünya güzeldi. Dünyadaki tüm paraları toplayan bir antika para ustası ile tanıştım, paralara baktım. Hepsinin tarihi hakkında bilgi sahibi olması beni cezp etti. Benim merakla incelemem onları da etkiledi ki ‘Sıkılmadın, sende de var mıdır antikacılık’ sorusu ile karşılaştım. Hayır, büyükbabamın eski tahta radyosu ile yine büyükbabamın asker günlüğü dışlında bende antika (bana göre!) bir şey yoktu. Bunları söyleyince, bende bir ışık yandı, hem de ne yanma. Kendimi burada antika ararken buldum…

Amacım uzun zamandır neden buraya yazmadığımı anlatmaktı. Lafı uzattım farkındayım. Gündüz sürekli bilgisayar başında olduğum için akşam eve gidince elimiz bile sürmezdim bilgisayara. Son günlerde sürekli bilgisayar başındayım. Açık arttırmalara katılıp bir şeyler almaya çalışıyorum. İlk açık arttırmamı sırf bu işleri bilmediğim için zaman farkı yüzünden kaybettim. Çok güzel gümüş bir cep saatinden oldum. Sonrasında da eski büyük ses kayıt cihazı için girdim, orada da açıklamayı yanlış anlamış ve çalışmayan bir kayıt cihazı kazandığımı anladım. Neyse ki satıcı ile mesajlaşarak işi çözdüm. Ben baya baya sardım bu işe. Dün uykusuzluktan ölen ben, akşam eve gidince bilgisayarın başına geçtim. Saat 1 gibi ‘eh artık uyuyayım’ dedim. İnce Memed beni bekliyordu, birkaç sayfa ondan okudum. Okumadan uyuyamazdım. Sızmak üzereydim. Işığı kapattım ve uyudum. Sabah ise işe gelip ‘bebişlerime’ bakmak için sabırsızlanıyordum resmen. Neyse daha beş günleri var, bakalım açık arttırmayı kim kazanacak… Bana şans dileyin…

18 Ekim 2010

Şimdi kim kimi terketti? Ve ben hala neden kendimle uğraşıyorum??

İnsan bazen kaşınıyor, gerçekten. Ya da ben o modellerdenim. Şöyle bir geçmişi kurcalayayım da canımı sıkayım, ya da canım sıkılıyor ya şuna bir sebep bulayım diye resmen debeleniyorum. Bir insan bu kadar mı nefrete der kendisinden. İnsanlar ona ‘Ya hayırdır bugünlerde şen şakraksın’ dediğinde ‘Bir sebebi yok aslında içim kan ağlıyor’ diyip, ‘Ya hakikaten ben niye mutluyum ki bir sebebi yok’ diye sebep arar mı durduk yere. Arar, adı Gamze ise ve bu Gamze dengesiz bir hatun ise arar.

Efendim, yaklaşık bir yıl önce beni terk eden erkek arkadaşıma şu messenger illeti aracılığı ile ‘Neden terk ettin?’ diye sordum. Sonrasında ağzımın payını alacağımı, kalbimin donacağını, ellerimin tir tir titreyeceğini,, gözlerimin dolacağını bile bile sordum. Kaşındım ve sordum. Ya halbu ki sana ne. Olmuş geçmiş bitmiş. Sana göre gitme sebebi saçma olabilir ama herife göre demek ki geçerli nedenler varmış. Ama yok illa kurcalanacak.

Kurcaladım da, bana ne dedi beğenirsiniz.‘Ben değil, sen beni terk ettin’ hadi buyurun bir de buradan yakın hanımlar beyler. Yok yok ben yakmadım, az daha canım yansın diye şirinlik yaptım, yemedi. Bana ne dedi biliyor musunuz? Aman nereden bileceksiniz. Efendim aradan bir yıl geçmişmiş, yani geçmişte kalmışmış. Ay kusura bakma, ben o kadar akıllı değilim, bir de kendimi pek sevmem. Arada böyle kurcalar dururum, geçmişi. Sanki dün yaşanmış gibi yediremem kendime, ondan sorgular dururum. Yok hakikaten yok, hayatımda sorgulanacak hiçbir şey yok ya, ondan tutmuş ben de bir yıl önceki zıkkımı sorguluyorum. Ulan herif gitmiş başka yere, sen başka yerdesin. Hala niye ‘Ay bu cafede oturduk’ ‘Ay şurada şunu yaptık’, ‘Ay burada bunu yaptık’ diye şehrin bilmem kaç yerine hülyalı gözlerle bakıyorsun!!! Ay deli ediyorsun Gamze beni, her seferinde de bu son bu son diyorsun da yine bırakıldığın yerde duruyorsun ya beni hakikaten deli ediyorsun.

Buradan müzedeki yakışıklıya sesleniyorum, ayol gel kurtar beni bu hayattan. Valla son, sana hayatı kendime zehir ettiğim gibi zehretmeyeceğim. Valla bak, benim derdim kendimle. Bak şimdi de oturmuş ‘Ulan acaba ben mi onu terk ettim’ diye düşünüyorum.

Oysa ben sabahın olmasını bile istemiyordum

Her hafta, uzun uzadıya kahvaltı yapamamaktan şikayetçi olan ben, bu hafta da gerçekleştiremedim kahvaltı keyfimi. Ben uyandığımda annem ve babam kahvaltı yapıyordu, dolayısı ile onlarla yapamadım kahvaltımı. Kendime bir tabak hazırlayıp salona televizyonun karşısına geçtim. Ben internette oyalanırken komşumuz geldi. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz bir başka komşu hakkında konuşurlarken annemle gözlerim doldu. Ağlamamak için odama attım kendimi, bari kışlıkları çıkarayım dedim. O da olmadı. Nefes alamadığımı hissettim, kendimi banyoya attım. Sıcak bir banyonun ardından da sokağa attım kendimi. Uzun zamandır yapmak istediğim bir şey vardı. Onun için yola düştüm. Ama ne oldu biliyor musunuz, dolmuşa bindim, gideceğim yerde indim. Sonra üst geçitten yolun karşısına geçeyim dedim. Geçerken aşağıdan geçen dolmuşlara binip eve gitmek içimden geldi. Saçmalama Gamze dedim, girdim alışveriş merkezine.

Ben alışveriş merkezlerinde tek başına alışveriş yapmaktan hoşlanan birisiyim. Birisi yanımda odlumu, onun vaktinden çalıyormuşum gibi geliyor. Neyse, bu ziyaret bana iyi geldi. Oradan oraya koştururken unuttum bir çok şeyi. Neyi unutmak istediğimi bile bilmiyordum ama rahatladım, sıkıntımı attım SANDIM.

Sonrası malum, eve gittim. Televizyon karşısında pinekledim. Kışlıklarımı etrafa saçmıştım, ‘Anne sen dokunma ben gelince halledeceğim’ demiştim. Geldim, halledemedim. Hepsini çıkardığım yere geri koydum. Salona dönüp televizyon izlemeye devam ettim.

Akşam çabuk geldi dün aslında. Bugünün olmasını hiç ama hiç istemedim. Zaten dün gece de uyuyamadım. Kalktım, yerine koyduğum kışlıklarımı çıkardım. Kitaplarım geldi elime, bir de günlüğüm. Duygulandım. Günlüğümün içinden kurumuş bir gül çıktı. Aslında çoktan atmalıydım onu ama bana alınan ilk güldü kıyamadım. Bir süre ona bakıp mızıldandım. Onu ait olduğu yere koyduktan sonra elime onlarca okunmamış kitap geçti. Oysa ben dün bir tane daha almıştım. O kadar kızdım ki kendime, bir daha uzunca bir süre kitap almamaya söz verdim. Bunun kaçıncı söz olduğunu anımsayınca da şapşal halime güldüm.

Dün gece odamda uyumadım. Hem ruhuma hem bedenime hükmeden o sancıyı bulamadığım için yalnız uyumak istemedim. Dün gece bana ışığı ile televizyon eşlik etti. Bir süre internette okey oynadım. Aman tanrım ne kadar entelektüelim. Televizyonun zaman ayarını yapıp başımı yastığa göndüm. Uyurken önceki gün evlenen arkadaşıma gönderdiğim mesaja yanıt alamadığımı düşündüm. O lanet sancı hala ruhumu kemiriyordu, çıkaramadım. Yüzümde o sancının getirdiği izlerle uyumuşum. Oysa ben sabahın olmasını bile istemiyordum…

16 Ekim 2010

Bugün bir kuş gördüm, bana tanımadığım birisini anımsattı



Hani bir kitap okursunuz da yenileri ile tanışırsınız ya, ya da bir dostunuzun arkadaşları ile bir araya gelip yeni kişiler tanırsınız ya, işte bu blog alemi de öyle bir şey. Blog blogu doğuruyor resmen. Sistemler arasında gezerken, hoşuma giden birşeylerle mutlaka karşılaşıyor ve listeme ekliyorum. Hoş bunu, bloğa yoğunlaştığım son bir iki aydır yapıyorum ama olsun. Az zamanda çok yol katettim sayılır...

Birazdan tanıtacağım kişiyi de, her gün beni yeni yeni isimlerle tanıştıran Pek Güsel Şeyler bloğu sayesidne tanıdım. Ve onunla tanıştıktan sonra birkaç çizerin daha sistemine girip baktım. Ben de çizmek istiyorum diye gidip kendime kuru kalem boyalar da aldım. Ne mi oldu? Yatağımın başında duruyor hepsi. Neyse...



Tanıştığım kişinin adı Gizem. 23 yaşında, kendisini bir 'hayalperest' olarak tanıtıyor. Çizdiklerine de bunu yansıtıyor. Farklı bir tarzı var gördüğüm izlediğim kadarıyla. İmrenerek bakıyorum kendisine.

Bu postu da bugün gördüğüm ve bana onu hatırlatan bir kare sebebiyle yazıyorum. Bir yere yetişmeye çalışırken, elektrik tellerinin üzerinde minik bir serçe gördüm. Gizemin vazgeçilmez imgelerinden birisini yani. (Ağzından kalp çıkan bir kuş imzası atar çizimlerine) Görür görmez çektim, ona gönderirim diye. Gönderdim de. Hem bunu anlatmak hem de Gizem'i tanıtmak için de bu postu yazdım. Takip edin, bu hatun ileride 'büyük' adam olacak... Bu arada yeni bir site de açtı. Bazı çizimlerini orada satıyor aynı zamanda. bakmak isterseniz buradan efendim...

14 Ekim 2010

Bir proje, çok insan...



Oldum olası gezen tozan insanlara bayılırım. Bu işe başlarken de ‘gezip tozma’ hayalleri içinde başladım. Mesela bir Tayfun Talipoğlu gibi derelere, tepelere atayım kendimi, emmilerde, teyzelerle sohbet edeyim, fotoğraf çekeyim, köyün delikanlılarına aşık olayım, bunların oturup hikayelerini yazayım istedim hep. İstedim de yapamadım. Ama şimdi bunun nedenlerini açıklama zamanı değil… Konumuz başka bir şey, bir blog yazarı…

Adı Ayci, Almanya’da doğmuş sanırım, fotoğraf sanatçısı, şimdi Türkiye’de. Onu bana yakın kılan –bunu kendisine söylemedim galiba- Almanya’da yaşayan kuzenime çok benziyor olması. Hem esmer hem sıcak. Sıcak çikolata gibi, ama içinde gerçek çikolata parçacıkları olanından…

Onunla ben de ne zaman oldu tanışalı bilmiyorum, yok yok yüz yüze gelemedik henüz, benim histerik zamanlarımda ‘heyy kendine gel’ mesajları yazar bloğuma, ben de hikayelerini salya sümük okuduktan sonra ‘ben de istiyorum’ diye sızlanırım hala. Eh serde ‘gezgin’ olma sevdası var, atılamayan ama bir türlü de gerçekleştirilemeyen ne yaparsın…

Neyse efendim, konumuzdan sapmayalım. Bu Ayci kişisi bir gün benim bloğuma koyduğum bu yazının altına okuduğunuz yorumları yaptı. Ben de kitap hediye etmeye bayılan hatta uzaklarda çok uzaklarda olan bir arkadaşına şu günlerde güzel bir sürpriz hazırlamanın telaşında olan birisi olaraktan kitabı ona hediye ettim. Bir zaman sonra kendisinden kitabı beğendiğine ve iznim olursa kitabı bir başka blogcu ile paylaşmak istediğini ifade eden bir mail aldım. Hemen hayhay dedim. Düşünsenize blog dünyasını dolaşan bir kitap. İnsanlar tanımadıkları insanlara kitap hediye edecekler. Çok hoşuma gitti bu fikir.

Neyse, Ayci projesini gerçekleştirmiş. Bloğunda da bahsetmiş. Ben bayıldım kitabı sunuş şekline. Kıskandım da. Bundan sonra böyle yavan fotoğraflar çekmeyeceğim dedim kendime…

Neyse, sabah bloğumu açar açmaz Ayci’nin yazısını görünce pek bir mutlu oldum. Bir de buradan teşekkür edeyim diye kendisine işte oturdum bunları karaladım…

Not: Dün Altın Portakal Film festivali’nin kapanış gecesindeydik haberciler olarak. Arkamda Tayfun Talipoğlu oturuyordu. Benim oturduğum sıranın diğer ucundaki arkadaşım hemen telefonla aradı, arkanda kim oturuyor biliyor musun demek için. biliyorum dedim. Bak bu bir işaret, gitsene dedi. Yok dedim yapamam, ne diyeceğim adama. Ben yaparım falan derken, sen ona benim bloğun adresini ver dedim. Verdi mi bilmem. Amannnnn, Tayfun Talipoğlu hep Antalya’da zaten. Bir gün daha iyi bir yerde karşılaşırım elbet. Mesela iş güçle uğraşmıyor olduğum bir zaman….

Benimle öğle yemeği yer misiniz?



Az önce bir okul müdürü, yaptığım haber için, biliyorum ki art niyeti olmadan, biliyorum ki sadece nazik olduğu için, biliyorum ki çok masumane bir şekilde “Çok güzel bir çalışma olmuş. Sizi personelimizle birlikte bir öğle yemeğinde ağırlayalım” dedi. Teklif karşısında önce ne diyeceğimi şaşırsam da toparladım kendimi, “Çayınızı içmeye gelirim hocam ama öğle yemeğine hiç gerek yok”.

Bizim mesleğin kötü tarafı da bu. Hani birkaç esnaf turisti kazıklar da tüm esnafların adı ‘ahlaksız’ olur ya, bizimkisi de o hesap. Zamanında kendilerine ‘gazeteciyim’ diyen birileri, birilerinin ‘yemeğini’ karşılık beklercesine yediği için; bugün biz yemeklere, viski içmeye, ne bileyim daha bir çok şeye, yaptığımız habere karşılık davet ediliyoruz. Ve ben artık bunlara dayanamıyorum…

Bu iş zor biliyorum. Kirlenmeden kalmak da keza öyle. Ama artık gerçekten dayanamıyorum. Beni de bu ‘insanlarla’ aynı kefeye koyup, gözlerimin içine bakarken ‘acaba ne yedirsek’ diye bakan tiplerden de iğreniyorum.

Onlardan, yani yanlarına gidip dertlerini dinlediğim, bunu kaleme aldığım insanlardan tek bir şey istiyorum. Bana istihbarat versinler. Kaza mı oldu? Numaram var arasınlar. Birisi taş mı attı? Arayıp gel desinler. Ya da ne bileyim birisi yolsuzluk mu yaptı, bende belge yok ama durum budur araştır diye beni zorlasınlar. Ama bana, sana gel yemek yedirelim demesinler.

Zaten ‘acil’ ve ‘açık’ kavramları bir araya geldiği için ayaküstü yemek yemeğe alışmış, ucuz tostları karnındaki sesleri susturmak için midesine indirmiş, içinde ne olduğunu bilmediği yemekleri löp löp yemiş birisine ‘yemek’ demek hem ‘ucuz’ hem ‘acil’ hem de ‘tatsız’ bir şeyi çağrıştırır. Onun yerine bir bardak kıvamında, demlenmiş bir çay deseniz, bana dünyaları verirsiniz….

13 Ekim 2010

Kurşun kalemle bıyık yaptım kendime



Canım sıkılıyor. Yorganın altından bile çıkmak istemiyorum sabahları. Hava kapalı, aslında ben gayet açığım. Ama hiçbir şey yapmak istemiyorum.

Arkadaşıma “Kurşun kalemle bıyık yaptım kendime, çek fotoğrafımı ama sadece bıyığımı, bloğa koyacağım” dedim, kabul etmedi. “Sex satar Gamze” dedi, “Bıyık yap, dekolte ver, yukarıdan çekeyim dudaklarını da ancelina coli gibi yapayım fotoşopta, bak o zaman seni nasıl izleyenler artıyor" dedi. Bu sefer de ben kabul etmedim, ben ben olmalı ve öyle kalmalıydım.

Ama cidden canım sıkılıyor ve cidden kurşun kalemle bıyık yaptım kendime. İyice maskülen bir hatun oldum. Ya geçenlerde kadınlar tuvaletine mi girsem erkeklere mi diye durup düşündüm. Bazen kendimi erkekler tuvaletine yürürken buluyorum. Bilinç altımda neler yatıyor inanın bilmiyorum.

Yok yok benim canım cidden sıkılıyor. Az önce sürpriz yumurta yedim, içinden Süpermen çıktı. Havuza atlayacakmış gibi duruyor. Bilgisayarımın altında koydum, şimdi de bana tapar gibi bakıyor.

Yok yok, valla canım sıkılıyor…

11 Ekim 2010

Söz unutulur, yazı kalır. Söz yazılmazsa ağıt yakılır...

Olur ya, insanın aklına durup dururken afilli sözler gelir. İleride 'bu benim sözüm' demek için de saklar insan. Bir yere yazmazsa da unutulur gider. Ardından ağıtlar yakılır tabi. Benim de bu sabah aklıma geldi, hatta dedim ki ben bunu şöyle bir durumda kullanırım. Ne oldu, bugün bir şey oldu, aaa dedim o lafın kullanılacağı yer. Aman ne güzel ne güzel diye sevinirken ben o lafı unuttum. Yazmadığıma üzüldüm, dellendim. Bir daha bir şeyi unutmamak için yanımda defter taşımaya kaar verdim. Hatta boynuma asmaya karar verdim... Bunu da bu sözümü unutmamak için ahanda buraya yazdım...

08 Ekim 2010

Yolumuz devrim yolu gelin gardaşlar gelin...



Dün Eğitim-Sen Antalya Şubesi’nin 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü etkinlikleri kapsamında düzenlediği konserdeydim. Hakan Yeşilyurt ile Selda Bağcan’ın konseri vardı. Başından söyleyeyim ben Hakan Yeşilyurt fanatiğiyim. Çok severim sesini adamın, dün kuliste ayak üstü tanışma fırsatım da oldu bir arkadaşım sayesinde. O daracık yerde bir ara o kadar yakındık ki o fark etmeden başımı omzuna bile yasladım. Tamam saçmaladım orda ama ne yapayım süper birisi. Kendimi tanıtıp ‘okey’ işareti yaptığım parmağımı gözüne sokaraktan ona da zaten söyledim “süpersiniz” diye. Sonra da söylediğimden utandım. Çok görüşemedik işi vardı başka bir yere gitti.



Neyse efendim, ondan sonra sahneye Selda Bağcan çıktı. Ya bu nasıl bir sestir kardeşim. Ben anlayamadım gerçekten. İlk defa canlı dinmeme şansım oldu, aman aman. Yer gök inledi resmen. Hava da soğuktu, sonuna kadar kalamadım haliyle. Kış geldiğini dün hissettirmedi bizzat yaşattı konser alanında bize. Ama ben bugün bir şey fark ettim. Hakan Yeşilyurt’un alyansını. Başımı bilgisayar masasına vurup “Ah ne vardı evlenecek” diye yakındım durdum. Bir şey söyleyeyim mi, ben evlenmem ama bu adamla evlenirim. (O da senle evlenmek için geberiyordu sanki) Bu kadar mı insan mütevazi olur kardeşim. Yok yok ben bu adama aşık oldum, valla…



Bu arada konserde herkesin haliyle devrimci tarafları kabardı. Yumruklar havadaydı. Ben de ofis arkadaşım sayesinde ‘Yolumuz devrim yolu” diye söyleniyorum sabahtan beri. Konserin etkisi ertesi günde geçmedi alayacağınız…



Fasulyenin topraktan çıkışına aşığım ben...



Dün mahalle sayfası için şehir merkezine oldukça uzak kaçan –bir de biz uzattığımız için yolu, iki kat daha uzadı- bir mahalleye gittim. Adını bir zamanlar bölgede bulunan altıayaklı bir sütundan alan Altıayak Mahallesi’ndeydim dün. Mahalle, tarımla uğraşan insanların yaşadığı bir yer. Daha çok seralarına sebze ve çiçek dikiyorlar. Bahçelerinde zeytin, nar ve üzüm var. Hayvancılık derseniz yok denecek kadar az.



Ama insanları çok tatlı. Sıcak, samimi,i ben gittiğimde muhtar daha gelmemişti. Muhtarı evinin avlusunda bekledim. O gelene kadar da kardeşiyle, çocuklarıyla,i anne ve babası ile sohbet ettim. Çok eğlendim.



Önce yanıma evin babaannesi geldi. Önce bir tepsi içinde seradan yeni toplanmış salatalıklarla tuz getirdi. Onları yerken sohbet etmeyi de ihmal etmedi. Önce bir iki lafladık onunla, sonra geçti karşıma “Sen kız mısın gelin misin?’ diye sordu. Gülümsedim, “Ben bekarım” dedim. Şöyle bir süzdü beni, “Belli” dedi. “Nerden belli söyle bakalım” dedim. “Altın yok kolunda, küpelerin de yok” dedi. Küpelerimi göstererek “İşte var ya” dedim. “Onlardan olmaz, altın olacak” dedi benim canım gümüş küpelerime bakarak. Ne yapayım ben, bastım kahkahayı. Evin gelini de gelince muhabbet daha da koyulaştı. Çay falan içerken bu sefer muhtar katıldı aramıza. Sonra da eş dost akraba.



Ben muhtarla röportaj yaparken de evin dedesi Hasan amca geldi yanımıza. Selamlaştık tanıştık. Biz röportaja devam ederken Hasan amca da beni evlendirme derdindeydi. Bir ara yanılmıyorsam bana tarla falan verdi, koyunlar da yanında. Biz konuşurken o da bir şeyler anlatıyordu. Bir ara dayanamayıp yine bastım kahkahayı. Daha küçüğüm ben dedim, evlenemem. Hatta gitme vaktinin yaklaştığı bir ara, muhtarın odasında Fatma nine bana yaşımı sordu. “Kaç gösteriyorum” dedim, bana “20-21” dedi. Ağzım kulaklarıma vardı resmen. “27’yim ben” dedim, “Küçüğüm” daha diye ekledim. Yaşımı göstermediğimi söyleyince daha bir mutlu oldum. Evet ben yaş takıntısı olan bir deliyim.



Röportajı bitirdikten sonra ben hem Fatma ninenin hem de Hasan amcanın fotoğraflarını çektim. Onlar bana hiç naz etmeden poz verdikçe daha çok sevdim onları. Muhtar “Aman ha gazetede çıkmasın” dedi, “Yok dedim bunları kendim için çekiyorum”. İşte şimdi de burada sizlerle paylaşıyorum. Aslında dün gelir gelmez yazacaktım ama kötü bir kaza oldu, ona koştuk. Gece zaten peltimiz çıkmıştı, şimdiye kaldı.



Ben gerçekten şehir merkezinde görmediğim yakınlığı böyle tarımla uğraşan insanların yoğun olduğu bölgelerde görüyorum. Çok seviyorum o zaman yaptığım işi. Fasulyenin topraktan çıkışına aşık olan ben, ileride böyle bir yerde yaşamak isterim…

06 Ekim 2010

...kolik bir hadise...

İki gündür film izleyip ağlıyorum.
Bu hiç hayırlı değil.
Yalnızlığımı özlüyorum,
Karanlık bana iyi geliyor, bu yüzden
Çocukken de, kaçmak için sorunlardan
Yorganın altına saklardım kendimi.
Şimdi geceyi örtü ediniyorum kendime.
Çok garip,
Sabahları neşeli kadın,
Akşamları tam bir melankoliğim.
Belki de geceler yaramıyordur bana....

05 Ekim 2010

Küçük kadının kitabı...



Bir müzayede haberine gitmiştim. Bir ressamın resimleri satılacaktı sokak hayvanları için. Bir iki fotoğraf çektikten sonra resimlerin yanında duran sehpanın üzerindeki kitapları gördüm. İki kitap vardı ve o iki kitaptan onlarcası. Birisini aldım elime, okudum ilk cümleleri. Okurken de ‘Bir kitapta ilk cümleler çok önemlidir’ diye geçirdim içimden. Hem kitabın adı hem de kapak fotoğrafı ‘Beni acemi eller hazırladı’ dercesine bağırıyordu. Kitabın yazarı da oradaymış, ben kitaplarını karıştırırken o da beni fotoğraflamak istenmiş ama geç kalmış. Yanıma geldi, benim fotoğrafımı çekecekken kalktığımı ve o anı kaçırdığını söyledi. Fotoğraf çektirmekten hoşlanmadığımı, bu durumun memnuniyet verici olduğunu söyledim –yoksa söylemedim de içimden mi düşündüm!- ve sonra kitap hakkında konuştuk. Yeni yazmaya başlayanlara nasıl önyargılı baktıysam ona da öyle baktım. Kitabını hediye etti. Oku ve mutlaka fikrini söyle dedi bana. Hem meraktan hem de kıskançlıktan okudum. Bugün bitti ve ben hem o kadını hem de kitabını çok sevdim.

Edebi bir roman değil, yaşanmışlıklar anlatılmış. Evet hem imla hem de anlatım bozuklukları var yer yer kitapta. Ama o kadar samimi ki, kendinizi kitabın kahramanı Seval’in yerine koyup ‘ben olsam böyle yapardım’ diyebiliyor ya da öfkelenebiliyorsunuz. Daha bir çok duyguyu yaşayabiliyorsunuz yani. Ona az önce bir mail gönderdim, ellerine sağlık dedim. Gerçekten o kitabı yazan ellerine sağlık. Amatör birisi, şimdilik tabi. İleride geliştirir mi bilmem. Ama çok tatlı bir kadın. Ben onu sevdim, bu kitabı okuyunca daha çok sevdim. Hatta evine gidip yaptığı börekleri tatmak isteyecek kadar sevdim bu küçük kadını. Bana ‘yapabileceğimi’ gösterdiği için bir kere daha sevdim…

Ellerine sağlık Seval, ellerine sağlık Fecrin…

04 Ekim 2010

Özlemek, bende bir hastalık...

Geçen hafta İstanbul’dan bir arkadaşım geldi. Sonu kötü biten bir İstanbul maceram sırasında tanımıştım onu. Yüreğinden geçirdiği şeyi hem diline hem yüzüne yansıtan, karınca misali çalışan ve çalışmaktan korkmayan birisi. Antalya’ya da çalışmak için gelmişti. İş arasına beni sıkıştırdı nitekim ve görüştük. Görür görmez ‘özlemişim’ seni dedi, içten, samimi. Tekrarladı defalarca, ‘özlemişim’ seni. Oysa bir iki defa daha görüşmüştük burada onunla. Hatta İstanbul’da bir alışveriş bahçesinin boş otoparkına oturup sohbet ettiğimiz zamanki gibi burada da büyük bir alışveriş mağazasının boşalmış parkına oturup konuşmuştuk. Bana İstanbul’da söylemek istediği ama söyleyemediği birkaç şeyi de açıklamıştı o sarhoş kafayla. Ama asıl anlatmak istediğim bunlar değil.

O bana ‘özledim’ derken aklım başka bir yere gitti. Bilmiyorum ne kadar oldu, zaman kavramı manasını yitirdi bende çünkü, yine bir haber işi için dışarıdaydım. Fırsatını bulduğum bir vakit önceki gün görüştüğüm erkek arkadaşımı arayıp konuşmuştum. Sesini duymak istedim biraz şımararak. ‘Özledim’ dedim ona, ‘Daha dün görüştük ya’ dedi. ‘Ama özledim’ diye tekrar edip ‘Ne yani sen özlemedin mi?’ diye sordum. ‘Ben özlemem herkesi’ dedi. Dondum, bozuldum, içim yandı, sustum. Beni nasıl kabulleniyorlarsa tüm domuzluğumla ben de insanları öyle kabullenmeliyim diye düşündüm hep. Bence bana benziyordu o. Duygularını çok dışarıya vuran birisi değildi çünkü kanımca. Gidişinin birkaç dakika öncesinde de dışa vurmamıştı duygularını. Bir anda çekip gitmişti işte benden.

O gün arkadaşım bana ‘özledim’ seni diyince ben de sustum, araya bir iki saçma sapan söz sıkıştırıp geveledim. O arada da aklıma bunlar geldi. O gittikten sonra hiç kimseyi özlemediğimi hatırladım. Şimdi de kimseyi özlemediğimi, hatta özlemek duygusunu unuttuğumu ve hatta onu özlemeye devam ettiğimi. Özlemin bende bir hastalık olduğu kanısına da vardım. Acı çekme duygusu ile birleşen ve çıkış yolu bulmayınca nükseden bir hastalık. Bununla ne kadar yaşarım bilmiyorum ama zaman zaman aynı yollardan geçtikçe, ya da üstünü örtmediğim anılarım ortaya çıktıkça ya da ne bileyim zamansız yalnızlıklarımda ‘özlüyorum’…