12 Aralık 2008

Hadi canlan artık!

Bayramları hiç kutsal bir günmüş gibi göremedim. Çocukluğumdan beri böyleyim aslında. Kutsallığı yeni alınacak elbise ve ayakkabılardan ibaretti. Evet o bahsedilen heyecanı yaşadım, yaşamadım değil ama bayram olunca da içim hiçbir zaman ayrı bir huzur dolmadı.

Bu bayram da öyle geçti nitekim. Bacağıma geçirdiğim eşofmanım ve rengini çok sevdiğim kırmızı kazağımla geçirdim bayramın evde kalan kısmı. Dışarıda ise durum çok farklı değildi. Sokaklar alabildiğine boştu, Antalya trafiğinin de İstanbul ile yarışmaya başladığını düşünürsek sokaklardaki boşluk çok sevindiriciydi. Yazın sıcağında arabanın içinde tıkış tıkış yaşadığım günlerden sonra istediğim yere hızla ulaşmak beni mutlu etti kısacası.

Bayramın ikinci günü partilerin bayramlaşmaları vardı, onları takip ettim. Aslında parti derken kalmış olan üçünden bahsediyorum, alanda yarışan üç partiden CHP, MHP ve AKP. CHP ve MHP ajandamdaydı, ikiye bölünemeyeceğim için AKP’yi takip edemedim çünkü MHP ile aynı saatteydi bayramlaşmaları.

Törenlerde partilerin il başkanları ile parti yöneticileri konuşma yaptılar. CHP’den genel Başkan Deniz Baykal ve görmeye alışık olduğumuz Antalya milletvekilleri vardı MHP’den de Genel Başkan Yardımcısı Tunca Toskay ve yine Antalya milletvekilleri. Oldukça kalabalıktı iki partinin de bayramlaşma törenleri. Yaklaşan yerel seçimlere istinaden dileklerini, arzularını ve olması muhtemel şeyleri paylaştılar partilileri ile.

Aday adaylarının da gövde gösterileri de görülmeye değerdi doğrusu. CHP’de bunu yoğun olarak yaşadım, Büyükşehir için inanılmaz bir yarış söz konusu. Özellikle İl Başkanı Ömer Melli’nin ‘Çıtayı yükseltmek’ adına istifa dilekçesi ile Ankara’ya gidip sonra da Büyükşehir’den aday değilim demesi, diğer adaylar arasındaki yarışı bir hayli hızlandırmışa benziyordu. İçlerinde en sakini aslında Akdeniz Üniversitesi’nin eski rektörü Mustafa Akaydın’dı. Baykal konuşma yaparken eşi ile solunda duruyor ve nispet edercesine ben zaten adayım diyordu. Eşi ile bu tür programlara katılması ise oldukça hoşuma gitti.

MHP’de adaylar açıklandı, aslında çoğunu daha önceden biliyorduk. Partililere de söyledim şakayla karışık ‘bizi kandırdınız’ diye. Çünkü şu yerel seçimlerin iyice kızışmasını bekliyorduk biz muhabirler, bayramlaşmalarda adaylar açıklanacak denmişti ama ses soluk yoktu kimsede. CHP’den de Baykal istememiş açıklanmasını, Melli’yi aradım o da doğruladı. İlçeler uygun gördükleri vakitte kendileri açıklayacakmış isimleri. İki bayram geçti, ikisinden sonra da hız kazanacak siyaset dendi ama nerde. Bekliyoruz bakalım. Zaten AKP’den hiç ümit yok. Ne il başkanı konuşuyor ne de diğerleri. Canları istediğinde konuşuyorlar aslında…

Böyle geçti bayram işte, diğer günlerden pek bir farkı yoktu trafik dışında. Evdeydim, tv izledim, kitabımı okudum, yemek yedim ha bir de elimin altında milyonlarca çikolatam vardı, bana kimse harçlık vermedi, bayramlığım zaten yoktu, kimsenin de elini öpmedim. Zaten işbaşı yaptık Perşembe günü, o gün bugün çalışıyoruz. Antalya siyasetinin canlanmasını bekliyoruz dört gözle, avını bekleyen avcı gibi pusudayız hepimiz. Yok yok şikayet etmiyorum, işimi çok seviyorum. Sokakları seviyorum, sokakları dolduran insanları bir de…

10 Aralık 2008

*Geçmiş zamana tanıklık eden, şimdiki zamana hükmeden fotoğrafçı: Ara Güler

...
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
...
Orhan Veli KANIK
Orhan Veli kullandığı sihirli kelimelerle anlatmaya çalışmış zamanında İstanbul’u. Gördüğü güzellikleri şiirlerine taşımış. Öylesine sıcak ve içten anlatmış ki, bir çoğumuz onunla aynı dönemde ya da ona yakın dönemde yaşamasak da; tadabilmiş, duyabilmiş, hissedebilmişiz aynı İstanbul’u. O şiirine taşımış, Refik Halid Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve niceleri de öykülerine. Aralarından birisi çıkmış, o da fotoğrafını çekmiş İstanbul’un, şimdilerde kaybolmaya yüz tutmuş İstanbul’un...
Ara Güler’ i anlatmaya İstanbul’dan başlamak yanlış olmaz herhalde. 77 yıl önce orada doğmuş, kendi sözcükleri ile “elektrik tellerinin, sokakları dolduran arabaların, trafik levhalarının olmadığı” İstanbul’da. Lise yıllarında film stüdyolarında çalışmış, sonra da Muhsin Ertuğrul’un tiyatro kurslarına devam etmiş. Rejisör ya da oyun yazarı olmak isterken kendisini Yeni İstanbul Gazetesi’nde (1950) çalışırken bulmuş. Gazeteciliğe ilk orada başlamış Ara Güler ve arkası da gelmiş. 1958’de Time-Life, Paris-Match ve Dern-Stern dergilerinde yakın doğu foto muhabirliği görevlerini üstlenmiş. 1960’lı yıllarda ise Hayat Dergisi’nde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmış ve aynı dönemde Paris Magnum Ajansı’na katılmış.
Ara “Ankara’da” ne arıyor?
Geçtiğimiz aylarda 77’nci yaşını “Ara’dan 77 Yıl Geçti” adlı sergi ile kutlayan Ara Güler Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi 40’ıncı Yıl etkinlikleri kapsamında kampusümüzdeydi. “Oryantalizm ve Fotoğraf: Batı Doğu’nun Fotoğrafını Çekiyor” ve “Ara Ne Arıyor?” adlı iki panele katılan Ara Güler’i 10 dakikalık zaman aralığında yakalayıp sorularımızı yönelttik.
Aslında görüldüğü kadar da kolay olmadı röportajı almak. Asabi ve huysuz bir fotoğrafçının hayali ile gittik yanına. 55 yılını fotoğrafa adamış bir fotoğrafçı vardı karşımızda. Yılardır yöneltilen soruları yanıtlamaktan bıkmış ve “artık sorulacak soru kalmadı, hepsini anlattım” edasında bakan bir çınar. Yaşlı olduğu söylenemezdi, gözleri hala görüyor, elleri hala nesneleri kadraja yerleştirmeye yardım ediyordu, ayakları eskisi gibi olmasa da Beyoğlu’nun sokaklarını arşınlıyordu. İşte bu yüzden çınar oluşu hem yaşındandı hem de sağlamlığından...
Ara Güler zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Para kazanmak için yapmaz bu işi. “Zaten” der; “Fotoğraf zengin çocuğu işi. Dikkat et dünyadaki bütün fotoğrafçılar zengin ailelerin çocuğudur.” Hal böyle olunca istediği gibi gezer, istediğini çeker ve bu iş 55 yıldır devam eder.
Fotoğrafları tarihe tanıktır, bizlere kalan ise geçmişe ait birer kanıt...
Belki bazı şeylerin çabuk değişmesinden, belki de değiştirmemizden olsa gerek onun fotoğrafları hep geçmişteki özlemleri işaret ediyor. İstanbul’un sokakları, balıkçıları, eski yüzleri... Geçmişe tanık olan fotoğraflarının bu özelliğinin yanında sanatsal olarak da görülmesini nasıl değerlendirdiğini soruyoruz. Hem haber fotoğrafı niteliğinde hem de sanatsal açıdan değer taşımalarını nasıl buluyor merak ediyoruz. “Siz öyle sanıyorsunuz” diyor. “Onların hepsi haber fotoğrafı.” Her defasında kendisini sanatçı olarak görmediğini söyleyen Ara Güler yine tekrarlıyor; “Ben Beethoven gibi bir senfoni mi yazıyorum ki sanatçı olayım. Onlar büyük heyecan ister, bizimkisi küçük bir heyecan.” Kendisini sanatçı olarak görmüyor, bizce öyle olduğu halde...
Hep gazeteci kimliğini ön planda tutuyor. Öyle bakıyor objelere ve çekiyor. “Gazetecilikten geldiğiniz için mi nesnelere haber niteliğinde bakıyorsunuz?” diye soruyoruz, “ Evet” diyor.
Fotoğraf yalan söylemez!
Ara Güler geçmişine sadık bir adam gibi duruyor. Aslında hem çağa ayak uyduran hem de eskiye özlem duyan ve arkadaşlarının söylediği gibi “inatçı” bir adam. Hala bir çok fotoğrafçının aksine manuel makine kullanıyor, dijital makinesi yok. Nedenini soruyoruz kendince yanıtlıyor; “Dijital bizim konseptimize girmeye çalışan bir tekniktir. Daha develope edilebilen bir şey değildir.”
Fotoğraf çekerken “şiiriyet”in olması gerektiğini vurguluyor ve dijital makinenin buna erişemeyeceğini düşünüyor. “Bilmiyorum, belki de kullanırım” derken de olabilirlikler üzerinden konuşuyor, makinesine sadık bir tavırla da yineliyor; “Fotoğraf yalan söylemeyen bir şeydir ve öyle olmalıdır...”
Hani geçmişine sadık demiştik ya, konuşurken hep geçmişle kıyaslıyor şimdiki zamanı. İstanbul’u soruyoruz ona, İstanbul fotoğrafçısına;
“Kaynak tükendi mi? Hala İstanbul’da fotoğrafı çekilebilecek yerler var mı?”
“Kaynak değişti. Artık bizim aradığımız şeyler yok. Hoşlanmadığımız şeyleri neden çekelim?”
“Eski İstanbul’u arıyorum”
Fotoğraflardan görüp iç çektiğimiz, keşke o zamanlar bizler de orada olsaydık dediğimiz İstanbul’un şimdiki yüzü onu da üzüyor. “Ne arıyorsunuz peki?” diye soruyoruz. Şiirlere, öykülere, ressamlara, yönetmenlere ilham kaynağı olan İstanbul’un bozulmamış halini anlatıyor bizlere. “Yahya Kemal’in şiirlerindeki atmosferi arıyorum. Gidiyorum mesela bütün sokaklar arabalarla dolmuş, trafik levhaları var. Eski İstanbul’un havası olan yerleri istiyorum ama yok. Bugünkü İstanbul bitmiş İstanbul...”
İşte bu yüzden onun fotoğrafları tarihe tanıklık ediyor ya. Geçmişin kapılarını bize aralayıp aradan geçen zaman içinde neleri ve kimleri yitirdiğimizi gösteriyor. Belki üzülmemizi belki de bunlardan ders çıkarmamızı sağlıyor ama geçmişin saflığını bize getirmiyor.
Belki de şimdi yaşadığımız zamanı gelecekte özleyeceğiz kim bilir... Belki o zaman Ara Güler bugünü arayacak. Söylediği gibi; çekmek istediği şeyi bilerek çıkacak sokağa, görecek ve çekecek. O hep gören gözleri ile arayacak, bulacak ve belgeleyecek. Geçmişi bize getirecek tüm gerçekliği ve yalan söyleyemeyen makinesi ile...
*Tam üç yıl önce 25/12/2005 tarihinde üniversitemin Görünüm Gazetesi için Bahadır Güneş ile yapmışız bu röportajı. Gördüm, o gün aklıma geldi yayınlamak istedim...

07 Aralık 2008

"Bazenlik" tadında


Uzun zamandır ciğercinin önünde bekleyen kedi gibiydim. Fırsatını bulduğum her an http://www.idefixe.com/ adresine girip kitaplara bakıyordum. Satın almak için gereken cesareti gösteremiyordum. Dün o korkumu kırıp ilk kitaplarımın siparişini de verdim. O yüzden dün güzel bir gündü, başlangıç için tabi. Piyasa fiyatının yarısı fiyatına kitap almak hoştu benim için. Tabi olayın bir de sanal alemde dokunmadan kitap almak boyutu vardı beni tedirgin eden. Onu da kitaplardan birisini kitapçıdan alırım diye sipariş vermeyerek aştım.

Arkadaşım Murat ve Utku ile dün buluştuk. Bir de benim iki ufaklık Issız Adam’ı izlememişti, gelin gidelim dedim. Biz de başka bir filme gideriz diye düşündüm. Aslında niyetimde yeniden Issız Adam’a girmek vardı ama olmadı. Birden kendimi cebimde AROG biletleri varken buldum. Beni ‘Secret’ kitabını aldığımda da şu sözlerle kandırmışlardı ‘Yapmadım demezsin’ Yapmadım demedim, girdim filme nitekim. Beklediğim gibiydi. Beğenmedim filmi, beğenenlere de şaşarım doğrusu. Evet Cem Yılmaz zeki adam ama o zekice bulduğu doneleri bir araya getirip komik olamamış bana göre. Çok fazla yer yoktu gülecek. Zaten o şiveli ‘Arif’ modeli de oldukça iticiydi. Yeri gelmişken söyleyeyim, ben GORA’ya da gitmedim. Sanırım bu tür filmlere son gidişim olacak.

Film öncesinde çantamdaki kitaptı bence heyecanımı arttıran. Ahmet Ümit’in yeni kitabının çıktığını duyunca hemen okumalıyım dedim. Çok iyi bir polisiye yazarı Ahmet Ümit. Polisiye denemeyenler mutlaka tadına baksınlar derim. Öyle şaşırtıcı ve sürprizlerle dolu bir adam ki, kitabı bırakamıyorsunuz elinizden. Masal Masal İçinde diye bir çocuk kitabı var ki hele, büyüklere masallar tadında. Dili çok anlaşılır ve dolu dolu bir yazar. Onun Bab-ı Esrar’ını aldı Murat bana. Hediye etti doğrusu, onun heyecanıyla girdim filme. Ertesi sabah ta hemen başladım okumaya. Her sayfa sonunda ne bekliyor diye çevirmenizin yanında o kadar gerçekçi anlatımı var ki yazarın, kendinizi birden kitabın filmini çekerken bulabiliyorsunuz. Seviyorum ve tavsiye ediyorum.

Dün güzel bir gündü evet, aklımda gelecek kitaplarım, cebimde acaba ne yazmış diye okumayı beklediğim kitap, yanımda arkadaşlarım, içmeği beceremediğim cigaram ve kana kana yudumladığım biram. Güzelim be güzel, dünya da güzel…

Not: Ben günlük yazmayı beceremem. O yüzden aldığım ve başladığım günlük bir süre sonra isim değiştirir bazenlik olur, çünkü ara sıra yazarım. Bu yazı da günlük tadında olduğu için adı bazenlik oldu...

30 Kasım 2008

Bölük pörçük (3)



Sevgili;

Bu yırtıp attığım bilmem kaçıncı mektup. Her birini kendimi iyi ifade edemediğimi düşündüğüm için yırtıyorum ve hepsine aynı cümleler ile başlıyorum; “Bu yazdığım bilmem kaçıncı mektup”… Bunda kararlıyım ama, sonuna kadar aklımdan geçenleri buraya dökeceğim. Söyleyemediğim daha çok sözüm var bana göre, anlamadığım, iyi ifade edemediğim. Bu yüzden işte bu yolu seçiyorum. Karşına geçersem beni her kelimem için suçlayacağını ve bana bağıracağını biliyorum… Korkuyorum senden, kelimeleri yutacak olan kendimden. O yüzden sana buradan sesleniyorum, ne olur kulaklarını tıkama bana ve beni dinle, yargılamadan…


Suçsuz iken suçlu durma düşürüyor bu mektup beni diye kızdı kendisine. Kendisini neden böylesine içinden çıkılmaz bir durumun içine sürüklediğini anlamıyordu bir türlü. Her anlaşılmaz olanın ardından da geçmişi irdeleyip “bu yüzden, bunun yüzünden” diyeceği şeyler buluyordu. Bu seferkinin sebebi de giderken “sen iyi kızsın” triplerinden kaynaklanıyordu. İyi kız arkasını toplamalı, her şeyi doğru düzgün yerinde bırakmalıydı. Omzuna yüklediği yük ile daha bir aciz hissediyordu kendini. Bırak dağınık kalsın dedi kendisine, bırak dağınık kalsın. Dağıtan o, bırak istediği gibi dursun…

İşten aldığı iznin bitmesine çok az kalmıştı. Patronunun ve kendisini çekemeyen iş arkadaşlarının karşısına kızarmış ve şişmiş gözlerle çıkmak, terk edildiğine dair bir izi ruhunda ve bedeninde bırakmak istemiyordu. İstemiyordu ama yapamıyordu. Çünkü hala O’nunla hesaplaşması gereken bir şeyler vardı, sorması gereken sorular. Karşısına geçmeye O’nun fevri davranışları yüzünden cesaret edemiyordu, zaten hiçbir zaman söylediklerini onun düşündüğü gibi anlamamıştı. Bunları uzandığı koltuğunda karşısındaki televizyonun kapalı ekranına boş boş bakarken düşünmüştü. Evet dedi, doğru olan buydu. Cesaretsizliğinin sebebi buydu. O, hiçbir zaman kendisinin ağzından çıkanları olduğu gibi anlamamıştı. Hep başka taraflara çekmiş hep arıza çıkarmıştı.

Aysel bunları düşünürken birden karşı komşusundan gelen gürültüye kulak kabarttı. Bangır bangır bir ses geliyordu kulaklarına. Oturduğu yerden kalktı ve kapıya doğru yürümeye başladı. Komşusu kapısını kapatmadan duymalıydı sesin ne söylediğini. Kapıya yaklaştıkça nefesi yetmemeye başlamıştı kendisine. Ne yürüyebiliyordu ne de koşma isteğinin önüne geçebiliyordu. Kapıya vardığında komşusu kapatmak üzereydi kapısını, sesler giderek azalıyordu. Son bir hamle yaparak yaklaşmıştı kapıya. Aysel Attila İlhan’ın olduğunu anladığı sesi duyar duymaz yıkılmıştı. Karşı komşudaki ses “Aysel git başımdan ben sana göre değilim” diyordu… Aysel kapının önüne oturmuş Attila İlhan’ın sesini bastırırcasına ağlıyordu.

19 Kasım 2008

Ah be Çağan, yine yaptın yapacağını…


Bir şeyin güzel olup olmadığını, sizde uyandırdığı duygulara göre anlarsınız. Mesela yemek, tadı dilinizden bedeninize bir huzur yayıyor ise o yemek güzeldir ya da müzik, bedeninizi kanatlarınız olmadan havaya kaldırabiliyorsa, sizi sizin dışınızdaki dünyadan ayırıp farklı bir aleme götürebiliyorsa o müzik muhteşemdir. Keza bu fotoğrafta, resimde ya da bir suyun tadında da aynıdır. Bütün bu hisler çeşitli duyu organları ile alınıp beyne iletilir ve oradan da iyi ya da kötü vücuda yönlendirilir…

Dün gittiğim filmden çıktıktan sonra da işte öyle bir duygu peyda oldu bedenimde. Kalbimin tam üstünde bir düğüm belirdi, uzun süre çözemedim. Filmin sonunda tutamadığım gözyaşları bile çözmeye yetemedi göğsümün üzerinde duran ağırlık hissini. Çözülsün istedim, derin derin nefes aldım ama yetmedi…

Çağan Irmak’ın Issız Adam filminden bahsediyorum. Yine yapmış yapacağını. Herkesin kendi hayatından bir şeyler bulacağı bir hikaye, herkesin bir hikayesinin mutlaka olduğu bir şehir, herkesin mutlaka kulağına hayatının bir dönemimde çalınmış müzikler ve muhteşem oyunculukları ile iki isim: Melis Birkan, Cemal Hünal…

İkisini de zaman zaman televizyonlarda görüyordum, aslına bakarsanız dizilere bakarak oyuncuların oyunculukları hakkında yorum yapmayı pek sevmem. Diziler bana biraz, nasıl derler sunni gelir. Asıl oyunculukları beyaz perdedeki performanslarına göre veririm, tabi burada benim değerlendirmem ne kadar “umurda” orası da bir muamma. Neyse, bu iki oyuncu Çağan Irmak’ın da muhteşem yönetmenliği sayesinde çok gerçekçi bir film çıkarmışlar ortaya. Sevgililerin arasındaki duygular, sevişme sahneleri, küsmeler, ağlamalar, tepkiler o kadar gerçekçi ki kendinizden bir şeyler bulmamanız olası değil.

Filme ilişkin yaptığım ilk değerlendirmelerim genellikle oyuncuların bende uyandırdıkları duygularla alakalı olur. Duygulara önem veririm zira. Bu film tamamen benim hayatımı anlattı, benim hayatlarımdan parçalar sundu desem yalan olmaz. İstanbul aşkım yeniden peyda oldu mesela, hiç bitmemişti aslında ama yeniden “Hadi Gamze biraz daha asıl” dedi bana. Oyunlar, oyuncular, hikaye gerçeğe o kadar yakın olunca ben de kendimi kaptırdım işte, bir ara oradayım sandım. Karşımdaki benim eski sevgilim de ona kızıyormuşum gibi hissettim. Ya da sokağın penceresinde oturup kitabını okumaya çalışan, aklındaki sorularla uyumakla uyumak arasında gidip gelen ya da manasız bir sebepten dolayı sevgilisinden uzak düşen benmişim gibi…

Görüntüler de muhteşemdi, çekimler profesyonelce yapılmıştı. Filmin sihrine mi kaptırdığımdan kendimi bilmem ama bir tane bile kusur bulmadım görüntülere dair. Hatta bir ara gerçek adamın gerçek kadını götürdüğü eski 45’liklerin çaldığı o bardaymışım gibi hissettim kendimi. Öylesine sahici bir mekandı ki… Sahi öyle bir mekan İstanbul’da var mı? Yoksa da hemen yapılmalı. Ne kadar ev gibi ne kadar samimi ne kadar eskiye dair şey varsa içinde olan bir mekandı öyle.

Güzel olan şeyleri severim ben, bunu da sevdim. Filme dair diyebileceğim en güzel, en onure edici kelime bu bence. Filmin sonuna gelince, yok anlatmayacağım ama gerçek adamın pişmanlıklarına değil de, neden bilmem gerçek kadının itiraflarına ağladım. Kadın olduğumdan mıdır yoksa “Evet ben de bunları yaşadım” diye düşündürdüğünden midir bilmem ama öyle… Dedim ya film çok sahici, kendinizden bir şey bulmamanız olası değil…



Not: Başlığa aldanıp Çağan Irmak ile dostluğumuzun olduğunu düşünmeyin. Ama tanımak isterdim. Zira gerçekçi bir adam... Bu arada daha fazlası için http://www.issizadam.com/

16 Kasım 2008

Bölük pörçük (2)


Yüz üstü uzanmış kitabını okuyordu Aysel. Şiir yazmaktan vazgeçmişti, olmuyordu. Uzun cümlelerin kadınıydı o. Okurken hayal kurmaya da bayılırdı zaten. Aslında hiçbir şey planlayarak olmuyordu onun hayatında, kitabı da okuyup hayal kurayım diye almıyordu eline kuşkusuz. Kelimelerin ahengine öylesine kaptırıyordu ki kendisini, kitabın içinde yaşayan kahraman oluyordu bir süre sonra. Zaman zaman aklına o hayallerden birisinin takılıp, nerede ne zaman yaşadığını da anımsamaya çalışırdı çoğunlukla. Yine öyle bir andayken yakaladı kendisini. Kitabı biraz rahatlatmak için ruhunu eline almıştı ama….

Üç boyutlu bir anı yaşıyordu gözleri açık. “Sen beni hak etmiyorsun!” diye bağırıyordu kadın erkeğe. Kim olduğunu tam olarak göremiyordu kadının ama söylediklerine nasıl olduğunu anlamıyordu fakat yürekten katılıyordu. Tanımadığı iki siluet karşı karşıya geçmiş kıyasıya kavga ediyorlardı ve kadın sürekli “Sen beni hak etmiyorsun” diye bağırıyordu erkeğe. Kadına dokunup bir an “Seni anlıyorum” demek istedi Aysel. Kadının yalnız kalmışlığına, çaresizliğine acımıştı. Hak etmiyorsa çekip gitmeli diye düşündü Aysel, ve kadına bir adım attı. Gözlerine inanamıyordu, kadın Aysel olmuştu ve ağlamaktan kızarmış gözlerle ona bakıyordu. Aysel kendi çaresizliğini ilk o zaman fark etti…

Duvardaki babadan kalma saatin her saat başı çıkardığı tahammül edilmez gürültüsü ile uyandı. Uyuyakalmıştı. Onun hayatında hiçbir şey planlı değildi işte, bu da planlayarak olmamıştı. Kitap okumak için uzandığı koltuğunda uyuyakalmış ve kendi siluetini görmüştü. Nasıl da aptaldı nasıl da anlayamamıştı içine düştüğü durumu. Farkında değildi çaresizliğinin. Kendisini yazarak ya da düşünerek dinginleştireceğine inanıyordu ama olmuyordu. Çünkü istemiyordu, vazgeçilemez bir istekle ıstıraba boyun eğiyordu. Acı çekmeyi seviyordu.

Her şey bu kadar göz önündeyken neden hayatına devam etmek istemediğini de anlamıştı. Yorgundu, dövünmek ah vah etmek ona çok iyi geliyordu. Çünkü yeni işler yapmasına, yeni şeyler üretmesine yetecek enerjisi yoktu. Kolaya kaçıyordu. Bunu bile bile yapmak ise, kendisine tahammül etmesini zorlaştırıyordu. Kalktı, sigarasını yaktı, hemen söndürdü. Bir kahve içmeliyim diye mırıldandı, cezveyi alıp ocağın küçük olan kısmına koydu. Ağzına 90’lı yılların popüler şarkılarından birisini doladı, üşenmedi kalkıp albümü bilgisayardan bulup onu açtı. Bir taraftan şarkıyı söylerken bir taraftan da “Ben sana bu kadar yakından neden benden bu kadar uzak düştün” diye mırıldanıyordu…

14 Kasım 2008

Kadın olmak kadar zordur "Gazetecilik"


Bundan 10 yıl kadar önce ne olacağım konusunda fikrim sorulduğunda verdiğim cevap herkesin zihninde aynı duyguyu uyandırıyordu: Macera! Bunun maceradan ibaret olmadığını zaman geçip olmak istediğim şey olunca anladılar. Ama bir sorun daha vardı, onların dillendirip kafalarını kurcalayan. Zamanında olmak istediğim şey küçük bir maceradan sayılıp umursanmazken şimdi de yapacağım meslek “meslek” kıvamında bile değerlendirilmiyordu. Ben gazeteciydim, sokak işiydi benim yapacağım şey hatta komünist işiydi. Tehlikesi çoktu, tehlikesi bana olacaklardan kaynaklanmıyordu. Tehlikesi “tehlikeli işler” listesine girdiği için, yazıp çizebilme yetisini kendimde barındırdığım içindi…

Eğer sokaktaki insan sizin mesleğinizi “meslek”ten sizi de “adam”dan saymıyor ise işiniz zordur. Zira sizin işiniz dışarısıdır, dışarısı size haberdir, dışarının sizden bihaber olması sizin işinizi köreltir ya da tehlikeye sokar. Bir sürü şeyle savaşmak zorundasınızdır. İşinizin en zor kısmı da eş dosta yaptığınız işi anlatmaktır. Okurken ya da okulu bitirip iş hayatına atıldıktan sonra “Eee sen ne okuyorsun?” ya da “Okulu bitirdin mi, ne bitirdin?” sorularına verilen yanıttan sonra gösterilen tepkiler aynıdır “İyi ya, olsun!” Niye olsun ki? Olmuşum zaten, hem de isteyerek, hem de en güzelini. Bununla da bitmez derdinizi anlatma çileniz. Bekar bir erkeğin ev arama macerasına benzer çabalarınız çoğunlukla.

Sokaktaki adama göre potansiyel yalancısınızdır, olayları çarpıtmada üstünüze yoktur. İşte bu noktada o “bekar erkeğe” benzersiniz. Ben öyle değilim, ben yapmamlar ile işi toparlamaya çalışırsınız ama genel geçer kanı onlardan ayrılmaz. Avrupa’yı gidip görmeden Avrupa hakkında kanıya varmak gibidir çoğunlukla bu. Muhabirin muhbirlikten geldiğine dolayısı ile işin aslının muhbirlik olduğuna dair bir sürü söz dinlersiniz. Hani şu “sütün içinden çıkmaya çalışan fare” hikayesi vardır ya; işte orada siz boğulan fare olursunuz bu sorulardan sonra…

İşyerinde durum pek parlak değildir aslında. Sorun nerede çalıştığınızla alakalıdır. İyi bir örgütlenmenin içindeyseniz mevcut sorunlar daha profesyonel daha gelip geçici hatta daha öğreticidir. Yok eğer çalıştığınız yer örgütlenmeden de bihaber ise vay halinize. Önce size şöyle bir bakarlar okullu gözüyle, ellerine tutuşturduğunuz iş bilgilerinizde yazı yazmayı sevdiğiniz ve becerdiğiniz de yazıyor ise “köşe yazar mısın” diye teklifte bulunurlar. Yapamayacağınızdan ya da kendinize güvenmediğinizden değil de şaşırırsınız işte. Okulda size kimin köşe yazabileceği öğretilmemiştir(!) elbet ama bilirsiniz yerinizi. Hayır diyerek geri çevirisiniz, yaptığınız şeyin akıllıca olduğuna dair fikirleriniz kesindir ama kısa bir süre sonra aslında öyle olmadığını anlarsınız. Yanıldığınızı çalıştığınız yerin ilk basılı malzemesini elinize aldığınızda anlar, keşke ben de yazsaydım “köşe” dersiniz. Köşe mantığının böyle yerlerde “evde televizyonu en iyi gören koltuğu kapma” macerası gibi algılandığının ayrımına ancak varırsınız…

Bu ilk darbedir, ikincisini “gazeteci patronunuzun” sizden gidip çiğköfte salonunun açılış haberini yapmanızı istemesi ile alırsınız. Hadi bakalım vardır bunda da bir iş diyerek yola düşersiniz ve zaman geçtikçe anlarsınız ki aslında habercilik açılışlardan ibarettir ve yaptığınız habercilik çiğköfte lahmacun salonları olduğu sürece devam edecektir…

Eğer benim gibi tez canlı birisiyseniz nefes alışverişleriniz sıklaşır böyle durumlarda. Gitsem mi kalsam mı diye debelenip durusunuz. Hele bir de acele kara verme gibi bazen avantajlı bazen de dezavantajlı bir özelliğiniz varsa daha bir serileşir nefes alışverişinizdeki ritim. Kararınızı son bir vuruş noktalandırır, “gazeteci patronunuz” sizin bir gün karşınıza geçip “Hadi bugün git banka müdürleri ile röportaj yap” der mesela, “banka müdürleri” diyerek bakarsınız, anlamamışsınızdır. Neden, nasıl, hangi konuda derken son vuruşu yapar patronunuz: müşteri potansiyelini sor, kaç kişinin hesabı var onu sor… Soru sormak değildir burada zor olan, zor olan gazeteciliği bakkalların veresiye defterine benzeterek yapanlara derdinizi anlatma çabanızdır.

Sokakta, işte neyi nasıl yapmanız gerektiği konusunda size akıl veren binlerce insan olur da sıra sorunu dinlemeye gelince “aman başım derde girmesin” diyen suskunlar ordusunu size bakarken bulursunuz. Zamana karşı yarışırsınız, insanlara karşı yarışırsınız, trafiğe karşı yarışırsınız, hayatta kalmak için zor anlarda ölüme karşı savaşırsınız; hep anlatır, hep dinler, hep beklersiniz. İyi şeyler yapabilmek için bir adım atarsınız karşınızdaki sizden korkar, onu ürkütmek istemediğinizi anlatırsınız iş işten geçer. Yaptığınız şey çabalardan ibarettir çoğunlukla çünkü siz tehlikelisinizdir. Siz insanların başını derde sokacak yegane aracı elinizde tutuyorsunuzdur, siz yazabiliyorsunuzdur. Ama siz aslında kendi gözünüzde başından beri birer kahraman, başka bir değişle ülkenizdeki insanları kötü gidişattan kurtaracak birer “superman-supergirl”lersinizdir. Bu çabanızı işinizde sokakta anlatma çabası ile güne başlarsınız, günü ya rengarenk bitirisiniz ya da tek renge boyanmış bir şekilde gözleriniz…

Üç basamaklı bir toplama işlemi gibi değildir yaşadıklarınız, sizi çileden çıkaranların ana başlıklarıdır rakamlar. Rakamları toplayınca ortaya karmaşadan başka bir şey çıkmıyor ise şayet kalmanın bir anlamı yoktur artık çalıştığınız o yerde. Bütün bu kabul edilme, var olma çabaları içinde yolunuza devam ederken şu soru aklınızdan hiç eksik olmaz “acaba doğru mu yapıyorum?” Verdiğimiz kararların sonuçları da tarih gibi zaman geçtikten sonra anlaşılacak şeylerdir. Bu yüzden size bu süreçleri yaşarken yolunuza yılmadan devam etmek düşer, seviyorsanız, yapıyorsanız vazgeçmezsiniz. Çünkü gazetecilik zordur, gazetecilik “kadın olmak” kadar zordur bu memlekette…

Not: Bu yazıyı MEDİZ'in düzenlediği "Medyada Cinsiyetçiliğe Son" adlı kampanyanın ürünü olan ve aynı adla yayınlanan kitabını okumadan önce kaleme almıştım. Yazı içindeki fotoğrafların bir kısmı onlara ait olduğu için burada belirtme gereği duydum. Bir de tavsiyede bulunmak istedim sizlere, MEDİZ ile iletişime geçip kitabı ücretsiz edinebilirsiniz. http://www.mediz.org/ size yol gösterecektir.

13 Kasım 2008

Ötekiyim ben, öteki…





Ötekiyim ben, bana dostunmuşum gibi bakma! Olmadığımı her fırsatta yineliyorsun çünkü. Hani o gülümsemesine bile tahammül edemediğin kişiler var ya, işte ben onlardanım. Hani ölmesi senin için kurtuluş olanlar, işte onlardan…

Ceddimi araştırsan belki karşına sana anlattıklarımdan başka birisi çıkar, ben de senin ceddini araştırsam, kuşkusuz korkacağın gerçeklerle karşı karşıya bırakırım seni. Bana öyle bakma, acıma bana. Ben senin öteki bildiklerindenim. Sakın sen farklısın deme bana, çünkü değilim…

Karşıma geçip "Aborjinler haindir!" demiştin bana anımsadın mı, yüzüne acı acı bakıp “Ben bir Aborjinim” demiştim sana. “Yok canım sen Kasrılyan değil miydin?” demiştin biraz utanarak. “Hayır” demiştim bu sefer yüzüme zafer kazanmış birisinin maskesini takarak. Dönüp sırtını “Aman neyse!” demiştin, “Sen farklısın”. Hayır değilim işte, ben o hain bildiğin Aborjinlerdenim. Nasıl farklı olabilirim ki senin genellemen içinde?

Bir gün de sohbet arasında “Sakın Gulumyas’lara güvenme!” demiştin ve hikayeni anlatmıştın konuşmama fırsat vermeden. Yüzüne bakıp gülümsemiştim sen bitirince. Haklısın diyeceğimi sanmıştın oysa, “Ben Gulumyas’ım…” diyince doğrulmuştun. Yüzündeki şaşkınlığı unutamam. Ben bir Gulumyas’ım aynı zamanda, bilmeden nasıl güvenmiştin bana…

Kadın olduğumu zaten görüyorsun, zaman zaman sana hak vereceğimi sanarak yineliyorsun kadınların sana göre erkeklerle olan farklarını, kadınların neyi neden yapamayacakalrını. Oysa ben erkeğim de aynı zamanda, senin düşüncelerini tartabilenim. Etrafıma iki pencereden de bakabilenim, hem kadın hem erkek gözüyle. Bana “Nasıl olur ya?” diye sorma, yelpazeni geniş tutup anla sana bakanları ve dünyayı…

Ötekiyim ben çünkü, senin “hiç” saydığınım. Yanıma her yaklaştığında, “sakın” diye başladığın her cümlenin sonunda, cümlenin bitişindeki kişiyim ben. Bir de insanım, insanları oldukları gibi görebilen. İnsanları önce kimlikleriyle değil, isimleri ile sevebilenim… Ötekiyim ben, senin hep yok saydığınım. Ama gurur duyuyorum kendimle...

12 Kasım 2008

Bölük pörçük (1)


Dokunuşların kadife yumuşaklığındaydı sevgilim;
Yüreğinde hissettiklerini dudaklarınla dudaklarıma sunuyor,
Yüreğindeki sevgiyi parmakların ile bedenime kazıyordun.
İki ayrı isimde bir oluyorduk seninle,
İçtiğimiz çaylardan aynı tadı alıyor,
Yuttuğumuz lokmalarda aynı lezzeti buluyorduk.
Sonu yalpalayarak bitmiş alkollü bir gecenin sabahında
Aşkla su içer gibi içiyorduk birbirimizi…
……..

İkinci defa kaybettiği o ‘duygu’ için şiir yazmaya başlamıştı yine Aysel. Beceremiyordu. Karşısına geçtiği diz üstü bilgisayarın beyaz sayfasına bir şeyler karalayıp karalayıp siliyordu. Düz yazı yazmadaki ustalığı, şiir yazarken gösteremiyordu kuşkusuz ama ölmemek için direnen bir kuş gibi direniyordu.

Kaybettiği o ‘şey’ şiir kıvamında anlatılmalıydı, şiirlere layıktı yaşadığı şey. Şiir gibi asil, dik duran, şiir gibi ne istediğini bilen, şiir gibi yalın ama içinde çok şey barındıran bir şey. Ama beceremiyordu, durup durup yeniden bakıyordu yazdığı cümlelere. Düz yazının esirinde kalmış gibiydi cümleleri. Neden beceremiyorum diye geçirirken içinden belki de ben o ‘şey’i beceremedim derken buldu kendisini. Yazdığı yazıya noktayı koyup şunlarla devam etti…
……

Sözlerin incitmeden önceydi sevgilim,
Sözlerin ruhumda görünür yaralar açmadan önceydi,
Bitmeyecek sandığımız hikayenin daha başlarındaydık…
Avucumu kokluyordun, yaprakları narin bir çiçeği koklar gibi
Yolumu gözlüyor, her anını benimle geçirmek için,
Zamanını ‘bana’ ayarlıyordun…
Çok çok zaman önceydi sevgilim,
Bitmeyecek sandığımız hikayenin daha başındaydık.
Bu kadar çabuk tüketeceğimizi bilmediğimiz hikayenin başında…
……

Bitmeyecek sandığımız hikayenin başında, diye söylenirken buldu kendisini. Bitmeyecek mi sanmıştı gerçekten, buna inandırmış mıydı kendisini? Beceremediği belki de buydu. Bu dünyanın adamı değildi Aysel, bir rüya bir hayal alemine adamıştı kendisini. Her şey yumuşak bir seyirde sürecek, hep gülümsemeler, sevişmeler olacak sanıyordu hayatında. O yüzden bir kavga anında bir terk ediliş durumunda yıkılıyordu. Parçalanmış yüzüne bakarken buluyordu aynada kendisini çoğu zaman….

…….
Seviyorum demeye korkuyordum.
Sevmeleri çok gördüğümden değil sana sevgilim,
Aptalca bir korku peyda olmuştu yüreğimde.
Çocuğunu rahmime düşüren o gecenin ertesinde,
Hissettiğim korku gibi.
Sensiz bir dünyaya uyandığım o gece ve sonrasında olduğu gibi,
Aptalca, karın ağrıtan bir korku.



Sonra bırakıp gitmişti kendisini. Korkular gölge olup takip etmişti ilişkini boyunca onu. Bitmeyecek sanıp kölesi olmaya hazır olduğu aşkı, bitecek diye korkup hırçın olduğu sevgisi bir anda kül oluvermişti. Ateşi yükseldi, terlemeye başladı. Önünde menekşeleri kurumuş saksıların durduğu pencereye gidip başını dışarıya çıkardı. Menekşeler soğuğa dayanamazdı, onları bu kış günü pencerede bıraktığı için kızdı kendisine. Kaç ay olmuştu sahi? Anımsayamadı o an, çiçekleri pencerenin önünde bıraktığı günü değil, terk edildiği günü…



Bir gün karşıma geçip,
“Sen büyük bir kadınsın” demiştin bana sevgilim
“Sen affedensin”
Dudaklarından dökülecek kelimelere takılmıştı gözlerim
Onları kana kana içmek için değil,
Ne söyleyeceklerini anlamak için bakıyordum.
Kulaklarımda derin bir kuyuya atılan madeni paranın tiz sesi çınlıyordu,
Konuşuyordun soluk almadan
Ben “büyüktüm” senin gözünde
Sen küçültmüştün kendini gözümde.



Böyle olmayacak dedi, böyle olmayacak. Şiire öfkesini kusuyordu her başlangıcında. Her başlangıcı onu sona doğru götürüyordu. Yaşanmış daha nice güzel an vardı. Birden titrerken buldu kendisini. Dışarının ayazı içeriye dolmuştu. Pencereyi açık unuttuğunu da unutmuştu. Kalkıp kapattı pencereyi ve odanın içerisinde dolaşmaya başladı. Kaç saat geldi gitti aynı yolardan kendisi de anlamadı. Pencerenin önünde yazamadığı düşlere dalmışken buldu kendisini. Sokağa bakıyordu, en son yine buradan el sallamıştı kendisine, en güzel anlarından birisinde. Sonra yavaş yavaş silikleşmişti o güzel anlar…
(...)

09 Kasım 2008

Sahi ben nereliydim?





Yanıtını hiç düşünmeden verdiğim sorulardan birisidir “nesin sen?” sorusu. Bilirim ne olduğumu, bocalamam, üstünde çok düşünüp “sahi ben neydim?” diye sormam kendime. Ama “nerelisin?” diye sorduklarında durup düşünürüm biraz ben nereliyim diye. Zira zordur soru, doğduğum yerli miyim yoksa olmak istediğim yerli mi ya da hayatımın en eğlenceli günlerini dolu dolu yaşadığım yerli miyim? Ben nereliyim? Bir kere dünyaya geldiğin andan itibaren bir dine, bir dile yani senden önce varolan bir kültüre doğuyorsun. Bu kültür seni ailenle, okulunla yani sosyal çevrenle sarıp sarmalayan kültür. Dolayısıyla ilk önce “o kültürlü” yani “oralı” oluyorsun. Açıklaması kolay gibi gelse de kolay değil aslında, mesela bir “yerli” isen sınıflandırılmışsındır bir kere. Şuralı isen hilebaz, buralı isen nankör, bilmem nereli isen kalleşsindir en başta, insan değilsindir. Oralılar öyledir hem de yüzdelik yelpazenin en geniş kesimi. Kişiye göre değişir nerelinin iyi, nerelinin kötü olduğuna dair düşünceler ya da iyilerin kötülerin yüzdelik dilimdeki dağılımları. Ama bana göre dünya ikiye bölünmüşse iyiler ve kötüler diye, her yere bir tane iyi bir tane de kötü düşmüştür ve bunlar üreyerek eşit sayıda çoğalmışlardır.


Geçtiğimiz günlerde ilk defa rastladığım büyükçe bir sahafta, tozlu kitapların arasında dolaşırken sanki her kitabın hatta yazarın hangi rafta olduğunu bilmek zorundaymış gibi ya da biliyormuş gibi yaklaştığım sahaf çalışanı ile aramda geçen diyaloglar da işte tam bu yazının çerçevesini oluşturuyor. Kitaplardan, şehirlerden, yazarlardan konuşurken, yanıtı kısa sorular bizi alıp uzun soluklu bir muhabbete doğru götürüyor ve ardından geliyor yanıtını vermekte zorlandığım sorulardan birisi: “Nerelisin?” Sahi ben nereliyim? Bu sefer uzun soluklu olmayan ya da uzun soluklu bir açıklamayı beraberinde getirmeyen bir yanıtı veriyorum sahaf çalışanına: “Erzurumluyum”. Sen misin yanıtını o kadar hızlı veren dercesine fişleniyorum ardından kurulan cümle ile. Sahaf çalışan kendi yaşam koşullarını ve hayat hikâyesini dillendirirken kurduğu cümlelerin birisine “sol” ile başlıyor ve ekliyor “aslında sen sağ ağırlıklısındır ama...”


Bütün gücünüzü aslında bir yanlışı düzeltmek için harcadığınızı ve çabalarınızın boşa gittiğini düşünün bir an. Boşlukta sallanıyormuş gibi olursunuz, içiniz bomboştur ama karnınızda bir çalar saat titriyordur. Böyle bir pozisyonda yaşayabileceğim en kötü durum buydu sanırım. Zira dilim düğümlendi, ben Erzurumluydum, ha bir de orası sağ ağırlıklıydı. Lisedeyken mantık dersinde yaptığımız çıkarımlardan ne kadar haz almışsam, yaşatılan bu durumdan da bir o kadar nefret ettim. Varolan bir iki genel bilgiden sonra ortaya çıkan sonuç susturmuştu beni, hayır diyebildim zar zor çıkan bir sesle. Gözlerinden ışık saçarak (evet ışık saçarak abartmıyorum) “Alevi misin?” diye sordu, utandım Alevi olmadığım için, yüzüm kızardı terlemeye başladım ve yine “Hayır” diyebildim güçlükle. Hayatı boyunca tanıştığı insanlara “Nerelisin?” sorusunu sormaktan kaçınan ben, hangi mezheptensin, dilin ne, dinin ne, inanır mısın diye sormamayı ilke edinmiş ben, böyle bir durumla karşılaşınca afallamıştım. Bunca yıl dostlarımı insan oldukları için sevmiştim zira, nereli olduklarının, hangi kültürle beslendiklerinin önemi yoktu bana göre, önemi olmamıştı ve olmayacaktı da. Ben yaşadığım bu gerçekliklerle ne olduğumu belli ediyor ve afallamadan “Nesin sen?” sorusunu yanıtlayabiliyordum çünkü “Hümanistim!” diye...

Şeriatin kılıcı kadına yönelirse...


Zaman zaman neden her şeyi kafama bu kadar çok takıyorum diye kızıyorum kendime. Bir gün sağlığımdan olacağımdan korkuyorum mesela, sırf her şeyi olması gerekenden çok daha fazla düşündüğüm için. Belki de ben normal düşünüyorumdur da insanlar her şeyi olması gerekenden daha az takıyorlardır kafalarına. Bilmiyorum ama hem kendime kızıyorum hem de beni kızdıranlara…

Dostlarım genellikle bana şöyle sesleniyorlar böyle zamanlarda “Sen gazetecisin değil mi? Daha sakin olmalı daha serinkanlı düşünmelisin….” Düşünemiyorum işte, önümde duran gazete parçasına bakıp bakıp sinirleniyorum mesela şimdi. Olması gereken tepki bu diyorum kendime. Bunca yıldır tepkisizleştirilmiş benliğimin acısını çıkarıyorum sanki.

Gazete parçasındaki haber buralardan değil, Malezya’dan. Şeriatla yönetilen Kota Baru kentinden. Şeriat diyince zaten anlıyorum kime saldırıldığını, yanılmıyorum da nitekim. Haberde kadınların işe giderken ruj sürmesi ve topuklu ayakkabı giyinmesinin yönetim tarafından “yasaklandığı” yazıyor. Yasaklar… Kadınlara, erkeklerin “sapkınlıklarından” dolayı bir dizi yasaklar getiriliyor Kota Baru kentinde ve ona benzer binlerce yerde. Belki de ileride burada da!

Haberde gerekçe olarak ta “akıllarınca” aldıkları önlemleri sıralıyorlar. Okuyorum, kanım donuyor. Şöyle devam ediyor haber nitekim “Bu yasaklar kadınların saygınlığını arttırmak, tecavüze uğramalarını engellemek için konuldu. Topuklarda ısrar edenler, ses çıkarmaması için ayakkabı topuklarına lastik taksın”… Yadırgamıyorum bu tür haberleri, sadece anlam veremiyorum. Erkekler neden kendilerinden kadınları korumak istiyorlar ve bunu yaparken de kadınlara yasaklar getiriyorlar. Önce kendilerine çekidüzen vermeleri bir diğer değişler kendilerini “hadım etmeleri” gerekmiyor mu? Yasaklardaki gerekçeleri sıralarken açıkça zaten dile getirmiyorlar mı kadının ayakkabı sesinden, dudağına sürdüğü yağlı boyadan, kafasını örten kıl yumağından etkilendiklerini ve sırf bu yüzden onlara “tecavüz” etme isteği ile yanıp tutuştuklarını…. Korktukları şey kendileri iken neden şeriatın kılıcını kadınlara doğrultuyorlar? Bacısını, anasını, karısını, kızını eve kapatan erkeğin korkusuna benziyor bu birazda. Dışarıda kendisi gibi binlerce erkeğin varlığı erkeği ürkütüyor. Başkalarının kadınına baktığı gibi, kendi kadınlarına başkalarının bakacak olması ihtimali onun kadınlarına bir dizi yasaklar getirmesine sebep oluyor. Kendi cinsinden korumak için kadınını, kendisinden kendisi gibilerden korumak için yasakları sokuyor devreye!

Bahsedilen saygınlık ise kafamı karıştırıyor. Bir insanın yaşama hakkını, özgürlük hakkını elinden alıp, ona tecavüz ederek nasıl bir saygınlık kazandırmaktan bahsediyorsunuz ki? Kadını zaten susturmaya çalışarak, kadını kadın olmasından dolayı “kısırlaştırarak” nasıl saygınlığını korumasını bekliyorsunuz? Siz zaten kadına saygı duymuyorsunuz, kendi yıktığınız şeyi yine kendinize göre yasaklar koyarak ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz. Yıkımınız geri getirmenizden daha bir acımasız oluyor ama. Kadını kendi alanınıza sokmak istemediğinizi cesurca dile getiremiyorsunuz, her yaptığınızın arkasında bir “koruma” mantıksızlığı var. Mantıksızlıklar silsilesi içinde bence aslında bocalıyorsunuz…

İşte bütün bu olanlardan sonra bana diyorsunuz ki sakin olmalısın, serinkanlı düşünmelisin. Bu işin serinkanlısı olmaz arkadaşlar. Bu işin serinkanlılığı beraberinde susmayı, beraberinde boş vermişliği getirir. Bu işin serinkanlılığı ileride olması ihtimal durumlara yol açar, hem de tertemiz bir yol. Bu işin serinkanlılığı beraberinde “her şey sizin iyiliğiniz için” cümlelerini getirir. Serinkanlı olamıyorum ben dostlar. Önümde duran gazete parçasına bakıp bakıp kızıyorum. “Gerdeğin bedelini ödeyeceksin” diye kadınının doğum yapmasını bile ceza olarak gören, seksi sadece erkek için var olan bir durummuş gibi algılayan mantığa kızıyorum. Kadını bastıran kadını susturan bunu yaparken kendisine gerekçeler uyduran mantığa kızıyorum. Dünyanın birçok yerinde ve Anadolu’da hala erkeğini kızından önde tutan, pışpışlayan, erkektir yapar mantığını taşıyanlara kızıyorum. Ve var olma sebepleri olan kadınları “büyüyünce” unutuveren akıllara kızıyorum. Şeriatın kılıcını kadına yönelten, her şeyin acısını kadından çıkaranlara kızıyorum. Şimdi soruyorum ben kızmayayım ben konuşmayayım da kim konuşsun?

Sonuna kadar gitme demişlerdi bana...



Etraftaki kadınlara çok fazla dikkatli bakıyorum bugünlerde. Birilerini arıyor gibiyim, benimle aynı hikayeleri yaşamış ve bundan sonra başıma ne geleceğini söyleyebilecek birilerini. Gördüğüm her beden, bedeni dolduran her kalça, her kol, el ayak bana başka bir insanı işaret ediyor. Şaşırmıyorum bildiğim ama farkına varmak istemediğim bir şey ile karşılaştığım için; ama gördüğüm yüzlerde hep aynı ifadeyle karşılaşıyorum, hüzün…

Yüreklerinde kim bilir nelerin acısını taşıyor kadınlar, kim bilir hangi hayal kırıklıklarının hangi başarısızlıkların. Kim bilir kimlere öfkeliler hayatlarında gitmeyen şeyler yüzünden. Bilemiyorum, kendim gibi sanmaya da korkuyorum onları. Sokaklarda benim gibi birilerini ararken, hepimiz bu kadar zayıf olursak başaramayız diye de geçiriyorum içimden…

Az önce internetin kolaylığından yararlanıp Kuzey Tayland Padaung Kabilesi’ndeki kadınlarının fotoğraflarına baktım. Kabile kadınları gelenekleri öyle istediği için ve kendilerini öyle en güzel hissettikleri için, belirli bir dönemden sonra ve belirli periyotlarla boyunlarına sarı halkalardan takıp uzatıyorlardı. Güzel kadın onlarda en uzun boylu kadın olmaktı. Fotoğraflara bakarken gündelik hayatlarını nasıl düzene soktuklarından, nasıl seviştiklerine kadar bir sürü soru geçti aklımdan. Televizyonun kentlerine girmemiş olabileceği aklıma geldi. “Medyada Cinsiyetçiliğe Son” adlı kitapta yazdığı gibi belki de onlar kendilerine rol edinebilecekleri başka kadınlar görmemişlerdi. O yüzden her yıl, her yeni yaşta boyunlarına geçirdikleri altın rengi halkalar ile güzelleştiklerini sanıyorlardı, tıpkı bizim biraz daha ince olmak için ya da modacıların diktiği dar kesim giysilerin içerisine girebilmek için spor salonlarına yazılmamız gibi…

Bizim yaşadığımız hayatlardan farklı olan kareler bir süre sonra bana aynı gelmeye başladı. Kadınlar mutlu değillerdi. Benim, bana benzeyen kadınları ararken gördüğüm yüzleri gördüm fotoğraflarda. Bir süre önce bunları yapmakta zorlanıyorlar mı diye geçirdiğim sorular yanıtlarını buldu. Bana göre zorlanıyorlardı, hem o boyunluklara hem de boyunluklu bir yaşama alışmaya. Yeni nesil çocukların yüzleri gülmüyordu, oyun oynayamıyorlardı belki de. Belki hep gördükleri için yadırgamıyorlardı etraflarındaki resmi ama zorlanıyorlardı, bekli de tadına varamıyorlardı. Anneleri nasıl geleneklerin boyunduruğunda sevişmenin tadına varamıyorlarsa, çocuklar da oyunun tadına varamıyorlardı. Geleneklerin baskısı altında zorla “güzel kadın olmak için” kocalarına, topluma hazırlanıyorlardı…

Gelenekler kadınlar için, kadınları zorladığı için, kadınlara baskı kurdukları için sevmiyorum onları. Gördüğüm o “asık suratlı çocuk” fotoğraflarından sonra daha da sevmemeye başladım. Kadının özgürlük alanını sınırladığı için, kadına başka alternatifler sunmadığı için, otoriter babalar gibi kestirip attığı için sevmiyorum onları. Başkalarını mutlu etmek için kendi mutluluğumdan vazgeçirilmek istemediğim için de uygulamıyorum. Mutsuz fotoğraflar vermemek için de, mutlu olabileceğim şeyleri yapıyorum. Hayatı bana sonuna kadar gitmemek diye öğretmişlerdi, artık sonuna kadar korkmadan gidebiliyorum… Sonuna kadar korkmadan gideceğimiz günleri hep birlikte hayal ediyorum, bize biçilmiş rolleri artık bir kenara atmanın zamanı geçiyor bile. Korkmadan sonuna kadar gitmenin vakti geçiyor bile…