10 Aralık 2008

*Geçmiş zamana tanıklık eden, şimdiki zamana hükmeden fotoğrafçı: Ara Güler

...
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
...
Orhan Veli KANIK
Orhan Veli kullandığı sihirli kelimelerle anlatmaya çalışmış zamanında İstanbul’u. Gördüğü güzellikleri şiirlerine taşımış. Öylesine sıcak ve içten anlatmış ki, bir çoğumuz onunla aynı dönemde ya da ona yakın dönemde yaşamasak da; tadabilmiş, duyabilmiş, hissedebilmişiz aynı İstanbul’u. O şiirine taşımış, Refik Halid Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve niceleri de öykülerine. Aralarından birisi çıkmış, o da fotoğrafını çekmiş İstanbul’un, şimdilerde kaybolmaya yüz tutmuş İstanbul’un...
Ara Güler’ i anlatmaya İstanbul’dan başlamak yanlış olmaz herhalde. 77 yıl önce orada doğmuş, kendi sözcükleri ile “elektrik tellerinin, sokakları dolduran arabaların, trafik levhalarının olmadığı” İstanbul’da. Lise yıllarında film stüdyolarında çalışmış, sonra da Muhsin Ertuğrul’un tiyatro kurslarına devam etmiş. Rejisör ya da oyun yazarı olmak isterken kendisini Yeni İstanbul Gazetesi’nde (1950) çalışırken bulmuş. Gazeteciliğe ilk orada başlamış Ara Güler ve arkası da gelmiş. 1958’de Time-Life, Paris-Match ve Dern-Stern dergilerinde yakın doğu foto muhabirliği görevlerini üstlenmiş. 1960’lı yıllarda ise Hayat Dergisi’nde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmış ve aynı dönemde Paris Magnum Ajansı’na katılmış.
Ara “Ankara’da” ne arıyor?
Geçtiğimiz aylarda 77’nci yaşını “Ara’dan 77 Yıl Geçti” adlı sergi ile kutlayan Ara Güler Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi 40’ıncı Yıl etkinlikleri kapsamında kampusümüzdeydi. “Oryantalizm ve Fotoğraf: Batı Doğu’nun Fotoğrafını Çekiyor” ve “Ara Ne Arıyor?” adlı iki panele katılan Ara Güler’i 10 dakikalık zaman aralığında yakalayıp sorularımızı yönelttik.
Aslında görüldüğü kadar da kolay olmadı röportajı almak. Asabi ve huysuz bir fotoğrafçının hayali ile gittik yanına. 55 yılını fotoğrafa adamış bir fotoğrafçı vardı karşımızda. Yılardır yöneltilen soruları yanıtlamaktan bıkmış ve “artık sorulacak soru kalmadı, hepsini anlattım” edasında bakan bir çınar. Yaşlı olduğu söylenemezdi, gözleri hala görüyor, elleri hala nesneleri kadraja yerleştirmeye yardım ediyordu, ayakları eskisi gibi olmasa da Beyoğlu’nun sokaklarını arşınlıyordu. İşte bu yüzden çınar oluşu hem yaşındandı hem de sağlamlığından...
Ara Güler zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Para kazanmak için yapmaz bu işi. “Zaten” der; “Fotoğraf zengin çocuğu işi. Dikkat et dünyadaki bütün fotoğrafçılar zengin ailelerin çocuğudur.” Hal böyle olunca istediği gibi gezer, istediğini çeker ve bu iş 55 yıldır devam eder.
Fotoğrafları tarihe tanıktır, bizlere kalan ise geçmişe ait birer kanıt...
Belki bazı şeylerin çabuk değişmesinden, belki de değiştirmemizden olsa gerek onun fotoğrafları hep geçmişteki özlemleri işaret ediyor. İstanbul’un sokakları, balıkçıları, eski yüzleri... Geçmişe tanık olan fotoğraflarının bu özelliğinin yanında sanatsal olarak da görülmesini nasıl değerlendirdiğini soruyoruz. Hem haber fotoğrafı niteliğinde hem de sanatsal açıdan değer taşımalarını nasıl buluyor merak ediyoruz. “Siz öyle sanıyorsunuz” diyor. “Onların hepsi haber fotoğrafı.” Her defasında kendisini sanatçı olarak görmediğini söyleyen Ara Güler yine tekrarlıyor; “Ben Beethoven gibi bir senfoni mi yazıyorum ki sanatçı olayım. Onlar büyük heyecan ister, bizimkisi küçük bir heyecan.” Kendisini sanatçı olarak görmüyor, bizce öyle olduğu halde...
Hep gazeteci kimliğini ön planda tutuyor. Öyle bakıyor objelere ve çekiyor. “Gazetecilikten geldiğiniz için mi nesnelere haber niteliğinde bakıyorsunuz?” diye soruyoruz, “ Evet” diyor.
Fotoğraf yalan söylemez!
Ara Güler geçmişine sadık bir adam gibi duruyor. Aslında hem çağa ayak uyduran hem de eskiye özlem duyan ve arkadaşlarının söylediği gibi “inatçı” bir adam. Hala bir çok fotoğrafçının aksine manuel makine kullanıyor, dijital makinesi yok. Nedenini soruyoruz kendince yanıtlıyor; “Dijital bizim konseptimize girmeye çalışan bir tekniktir. Daha develope edilebilen bir şey değildir.”
Fotoğraf çekerken “şiiriyet”in olması gerektiğini vurguluyor ve dijital makinenin buna erişemeyeceğini düşünüyor. “Bilmiyorum, belki de kullanırım” derken de olabilirlikler üzerinden konuşuyor, makinesine sadık bir tavırla da yineliyor; “Fotoğraf yalan söylemeyen bir şeydir ve öyle olmalıdır...”
Hani geçmişine sadık demiştik ya, konuşurken hep geçmişle kıyaslıyor şimdiki zamanı. İstanbul’u soruyoruz ona, İstanbul fotoğrafçısına;
“Kaynak tükendi mi? Hala İstanbul’da fotoğrafı çekilebilecek yerler var mı?”
“Kaynak değişti. Artık bizim aradığımız şeyler yok. Hoşlanmadığımız şeyleri neden çekelim?”
“Eski İstanbul’u arıyorum”
Fotoğraflardan görüp iç çektiğimiz, keşke o zamanlar bizler de orada olsaydık dediğimiz İstanbul’un şimdiki yüzü onu da üzüyor. “Ne arıyorsunuz peki?” diye soruyoruz. Şiirlere, öykülere, ressamlara, yönetmenlere ilham kaynağı olan İstanbul’un bozulmamış halini anlatıyor bizlere. “Yahya Kemal’in şiirlerindeki atmosferi arıyorum. Gidiyorum mesela bütün sokaklar arabalarla dolmuş, trafik levhaları var. Eski İstanbul’un havası olan yerleri istiyorum ama yok. Bugünkü İstanbul bitmiş İstanbul...”
İşte bu yüzden onun fotoğrafları tarihe tanıklık ediyor ya. Geçmişin kapılarını bize aralayıp aradan geçen zaman içinde neleri ve kimleri yitirdiğimizi gösteriyor. Belki üzülmemizi belki de bunlardan ders çıkarmamızı sağlıyor ama geçmişin saflığını bize getirmiyor.
Belki de şimdi yaşadığımız zamanı gelecekte özleyeceğiz kim bilir... Belki o zaman Ara Güler bugünü arayacak. Söylediği gibi; çekmek istediği şeyi bilerek çıkacak sokağa, görecek ve çekecek. O hep gören gözleri ile arayacak, bulacak ve belgeleyecek. Geçmişi bize getirecek tüm gerçekliği ve yalan söyleyemeyen makinesi ile...
*Tam üç yıl önce 25/12/2005 tarihinde üniversitemin Görünüm Gazetesi için Bahadır Güneş ile yapmışız bu röportajı. Gördüm, o gün aklıma geldi yayınlamak istedim...

Hiç yorum yok: