30 Mart 2012

Kısa kısa Cuma notu...

Şu günlerde biraz dağınığım. Size tanıdık geliyordur muhtemelen. Zaman zaman kısa aralıklarla yaşıyorum bu durumu netekim…

Blogla ilgilenmiyorum farkındayım. Şu yan tarafta ‘ne okuyorum’ bölümünde yer alan kitap var ya, yalan, onu okumuyorum. Yok yok öylesine koymadım onu oraya. Kitabın ilk iki bölümünü bitirdim. Geçtiğimiz haftalarda Ankara seyahati hasıl olunca yanıma ‘Yusuf Atılgan’ın Canistan’ adlı kitabını aldım. Keşke bitirebilseymiş bu romanı diyerek okudum yuttum.

Sonra yeni bir yazar adayı Buse Ünal’ın Can Veren Aşk adlı kitabına başladım. Kitapla ilgili düşüncelerim olumlu değil, en azından daha çok yol alması gerektiği kanısındayım. Bunu güçlü kalemleri ile beni şaşırtan ve okuma çıtamı yükselten yazarlar nedeni ile söylüyorum. Kimisi beğeniyor kitabını, görüyorum. Dedim ya bu benim fikrim…

Başucumda Onat Kutlar’ın Isak’ı dururken ben Ayfer Tunç ile devam ettim. Adına yakışır bir roman olan, detayları, kurgusu ve geçişleri ile insanı hayran bırakan ve belki de dünyanın en uzun isimli kitabı olan ‘Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’ne başladım. Bana bu kadını kim sevdirdi anımsamıyorum ama ona buradan teşekkür etmek istiyorum…

Az önce Ankara dedim değil mi. Kurum içi bir çalışma gereği iki hafta üst üste Ankara’ya gittim. Nasıldı derseniz, pek bir mahmurdu Ankara. Bıraktığımı bulamadım, kendimi yalnız hissettim. Hava soğuktu, arkadaşlarımın çoğu yoktu, kardeşim, kuzenim ve üniversiteden iki arkadaşımla vakit geçirdim. Sokaklar bana yabancı geldi nedense. Kitap okuyacak sakin bir yer bulamadığım için Leman Cafe’nin gürültüsünü kulağımda müzik çalarımı takarak engelledim ve kitabıma daldım. Aklımda sorular, nerede olmak istediğimi düşündüm. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi ama Antalya’da mutlu olduğumu hissettim.

Bu arada hayatımla ilgili kararlar da aldım. İşten ayrılıyorum. Bir süre gazetecilik yapmayacağım. Ucu çok açık biliyorum ama sanırım en az bir yıl kadar suya sabuna –kendimce- dokunmayacağım. Planlarım var, güzel bir yola çıkıyorum. 28 yıldır gerçekleştirmek istediğim, abarttım tamam, kendimi bildim bileli gerçekleştirmek istediğim hayallerim için adım atıyorum. Bana şans dileyin…

15 Mart 2012

Yananlardanım desene...



Az önce bir çay ocağında çok sevdiğim bir abimle dertleşirken söze girdi bu amca. Laf geldi memleketlere dayandı. Sordu yanımdaki abime 'Nerelisin?' diye. 'Sivas' dedi yanımdaki abim. 'Yananlardanım desene' dedi amca. Sustum...

14 Mart 2012

Susuyorum...




Madımak davası için, öldürülen kadınlar için, tecavüze maruz kalan çocuklar için, tutuklu olan gazeteciler için, yargı için, insanlık için, çevre felaketleri için, susmak zorunda bırakıldığımız için... için için için, daha söylenecek çok şey var. Ama ne bileyim, susuyorum, kelimeler boğazıma düğümlü, gözlerimi sabitledim bir noktaya düşünüyorum... Üzgünüm, yeterli değil ama üzgünüm... Öfkeliyim, hem de çok...

13 Mart 2012

Komiser Nevzat'ı nasıl bilirsiniz?



Ben Komiser Nevzat’ı Ahmet Ümit’e benzetirim biraz. Okurken romanlarını, biraz biçim değiştirmiş şekilde o gelir gözümün önüne. Uzun boylu, gür ve az uzun saçlı, pardesü giyen entelektüel birisidir Komiser Nevzat benim hayalimde. Bekardır da aynı zamanda. Aşk acısı çekmiştir zamanında, o zamandan beri unutamadığı aşkını yalnızlığı ile beslemektedir. Siz nasıl görüyorsunuz bilmiyorum ama dedim ya ben kitaplarını okurken böyle hissediyorum…

Okuduğum son kitabı ‘Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’ de de aynı şekilde geldi Komser Nevzat gözlerimin önüne…



Pek bir becerikliydi mesela cinayetleri çözerken. Birkaç sayfalık kısa öykülerde, size sezdirmeden gidiyordu katilin yanına, yakasından tuttuğu gibi çıkarıyordu ortaya.

Su gibi akıp gitti kitap. Hani ben romanlarını okuyup ince ve birbiri ile bağlantılı ayrıntıların içinde gidip gelirken aldığım zevki, kısa öykülerinde de aldım Ahmet Ümit’in. Okumadıysanız tabi ki tavsiye ederim…

08 Mart 2012

Ucundan kıyısından Ayfer Tunç...



Ne söylenir bilmiyorum. Kıskançlık duygum had safhada onu belirteyim. Ayfer Tunç ile ‘Yeşil Peri Gecesi’ adlı kitabıyla tanışmış, Bursa ziyaretimde de ‘Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’ adlı kitabını almıştım. İyi ki almışım…

Ben 83 doğumluyum ama bu kitabı okurken 70’li yılları ‘yeniden’ yaşamışım gibi hissettim. Belki o yılların ‘tasarruf’ olgusuna ucundan kıyısından yetiştim ama elektronik eşyalardan tutun, geleneklere, misafir odası sendromundan, mektup yazma stillerinin okullarda işleniş şekillerine kadar hepsini birebir yaşadım. Küçük bir ilçede 10 yıl kadar bulunmuş olmamın da bunda büyük etkisi vardır, ya da anne ve babamın öğrendiklerini bize de öğretme çabalarının elbet ama bu kitap unuttuğum bir çok şeyi hatırlamamı sağladı.



Biliyor musunuz ben de ilkokuldayken uzaktaki akrabalarımla mektuplaşırdım. Yılbaşı denildi mi süslü simli kartlar alıp gönderir, bayramlarda da tebrik kartları atmayı ihmal etmezdim. Yaşatılan, unutulmaması gereken bir gelenekti bizim evde mektup yazmak ve kart göndermek.

Sonra sobamız vardı, üzerinde demlik olurdu, borusuna asılan telde de çamaşır kurutulurdu. Kestane değil belki ama sobanın içinden çıkan patatesleri afiyetle yemişliğim çoktur.

Merdaneli çamaşır makinesi mesela. Ben annemi hatırlarım, bir hortumla makinenin içine su doldurduğunu, sonra onları çıkardığını. Ne zormuş meğer….

Benim çocukluğumda televizyon vardı, yaygınlaşmıştı. Telefon da öyle. Televizyonda bir tek haftada bir gün gösterilen sinemayı anımsarım, bir de Susam Sokağı’nı. Hiç unutmadım ki zaten…



Misafir odası da bizim evde hep kapalıydı. Mermer sehpalarımız vardı, üzerleri dantel örtülü. Ortadaki sehpanın üzerinde de sigaralık dururdu, içinde de birkaç çeşit sigara. Biz çocuklar salona giremezdik, misafir gelince açılır, en iyi şekilde ağırlanırdı.

Kısacası bu kitap bana çocukluğumu anımsattı. Çok sevdim. Daha anlatacak o kadar şey var ki, okuyun derim….

06 Mart 2012

Ahmet Ümit'ten müjdeli haber...



Kitaplarını 'yemek' sureti ile okuduğum ve bana polisiyeyi sevdiren yazar Ahmet Ümit,az önce twitter'dan bir ileti yayınladı. "İki yıldır üzerinde çalıştığım 'Sultanı Öldürmek' nihayet bitti. Everest Yayınevine teslim ettim. 10 Nisan'da kitapçılarda olacak" dedi. Ben de havalara uçtum uçtum. Beni ne beklediğini merak ediyorum. Nisan'a kadar söz veriyorum kitap almayacağım, hoş eritilmesi gereken kitaplar var, ve Nisan'da süper bir hediye vereceğim kendime... Okumadıysanız Ahmet Ümit tavsiye ederim....

05 Mart 2012

Blogumu beğendiniz mi? :))

Annem gençliğinde canı sıkıldığında hep evdeki eşyaların yerlerini değiştirirmiş. Bu eylem sırasında da sık sık bir şeyler kırarmış. Mekandaki eşyaların yeri değişince rahatlamış hissedermiş kendisini. Ben de evdeki eşyaların değil ama içimi döktüğüm bu mekanda küçük bir değişiklik yaptım. Beyaz sanki daha bir yakıştı bloguma. Daha bir ferah gösterdi. Sanki diğer şablondayken sıkışıp kalmıştım buraya. Sanki şimdi daha özgürüm. Ne diyeyim ben çok sevdim bu görünümünü blogumun.Birkaç ekleme daha yapmayı düşünüyorum. Mesela birçok okur blogunda gördüğüm 'ne okuyorum' bölümü de ekleyeceğim birazdan. Sabahtan beri canım sıkkındı ama şimdi çok mutluyum...

03 Mart 2012

Yaşadığı şehirden bi'haber olanlara...

Uzun zamandır yazmıyorum, farkındayım. Biraz kafam karışık. Ondan sanırım.

Ama sizinle geçen hafta keşfettiğim bir şeyi paylaşacağım. Daha çok Antalyalıları ilgilendirse de paylaşacağım yazı, ana fikri itibarı ile yaşadığı şehirden bi haber olanları da tetikleyecektir, eminim.

Birkaç hafta önce Safranbolu’daydık. Eski Safrandolu’da ama. Evler, yollar, insanlar muhteşemdi. Bir daha gidip görülesi bir yer. Üç gün kaldığımız için sadece birkaç yeri gezebildik, ama daha gezilecek görülecek, fotoğraflanacak çok yeri var eminim.

Gezdiğimiz yerden bir tanesi de Kaymakamlar Evi olarak adlandırılan müze idi. Dönemin ‘büyük’ adamlarının evi olan bu konak restore edilerek ziyaretçilere açılmış. Sizi içeriye girerken bir rehber karşılıyor. Birlikte geziyorsunuz önce. Kadınlar erkekler bölümünü, yemeklerin nasıl verildiğini, kına gecesi görsellerini, giyim odalarını, erkek meclislerini, oturma odalarını, dönemin mutfağını hatta banyosunu görünce çok şaşırıyorsunuz. Yapılan canlandırmalar harika olduğu için bir nevi o dönemi yaşıyorsunuz.

İşte ben Kaymakamlar evi’ni gezerken, yaşadığı şehirden bir haber olan ben, Antalya’da neden böyle bir şey yok diye hayıflanmıştım. Ta ki geçen haftaya kadar.

Yıllardır önünden geçip içeriye adım atmadığım Kaleiçi Suna İnan Kıraç Müzesi’nde sizinle görsellerini paylaştığım bu muhteşem müze ile karşılaştım. Çok şaşırdım, kendime güldüm. Haber için gitmesem ‘haberdar olmayacağpım’ bu yerle tanıştığım için kendimi çok şanslı hissettim.

Antalya’nın eski kına gecesi, damat traşı ritüellerinin mankenlerle canlandırılıp seslendirildiği bu muhteşem müzede eskiden nasıl giyinildiğini, neler yapıldığını, sünnet kıyafetlerini de görmeniz mümkün. Bir de eski bir aynanın içine yerleştirilen televizyon ekranından size Antalya anlatılıyor. Tabi müzenin girişinde yer alan Antalya tarihini saymıyorum bile.

Utancımı orada bulunan görevlilere de anlattığımı söylemeden geçemeyeceğim. Safranbolu’da böyle bir yapıyı gezip görme meraklısı içindeyken Antalya’da yer alan bir müzeye girmemiş olmaktan dolayı da kendimi ayıplıyorum. Şimdi sizleri bu güzel görsellerle baş başa bırakıyor ve Antalya’ya gelirseniz gidip gezmenizi tavsiye ediyorum.

Bu arada müzenin alt katında geçtiğimiz yıl(larda) hayatını kaybeden çini ustası Sıtkı Olçar’ın da eserleri satılıyormuş. Ben baykuşları görünce merak ettim kimin diye, görevli Sıtkı Olçar vefat edince hepsi koleksiyonluk olduğu için kaldırıldı. Şimdi Sıtkı II adıyla kızının yaptığı eserler satılıyor. Onlardan da edinebilirsiniz diye düşünüyorum. Şahaneler…