30 Kasım 2013

Tamam mıyız?




Öncelikle bloğumun bu yeni yüzü için herkesten özür diliyorum. Uzun zamandır elim gitmiyor. Bir hata sonucu ‘google’ bulunan fotoğrafları ‘bilmeden’ sildiğim için blogdaki bütün fotoğraflar da yok oldu. Eski fotoğrafları bulamayacağım ve süreç oldukça uzayacağı için şimdilik hiçbir şey yapamıyorum. Ama aklımda yeni bir web sayfası açmak var. Onu yapabilirsem burası da kapanacak haliyle....

Özrümü diledikten sonra beni bloğumdan uzaklaştıran instagram, facebook ve twitterdan sıyrılarak buraya yazı girmeme sebep olan Çağan Irmak’ın son filmi ‘Tamam mıyız?’ hakkında sizinle birşeyler paylaşmak istiyorum... 

Aslında filmi anlatmadan duygularımı nasıl ifade edeceğim hakkında bir fikrim yok. Ama mümkün mertebe Çağan Irmak’ın da instagram hesabında söylediği gibi ‘Katilin uşak olduğunu’ söylemeden dün gece izlediğim filmle ilgili birkaç anektod paylaşacağım....

Eğer sıkı bir Çağan Irmak izleyicisi iseniz, filmlerinin ve yönetmeni olduğu dizilerin insanın bam teline dokunduğunu biliyorsunuzdur zaten. ‘Tamam mıyız?’ da öyle bir film işte. Bizden birisi olduğunu her fırsatta gösteren Çağan Irmak’ın neden bu kadar başarılı olduğunun altında da bence samimiyeti yatıyor. 

Film baştan sona kadar sizi şaşırtıyor. Ezberlerinizi bozuyor. Film ilerledikçe, parçaları birleştiriyor ve ‘neden’ lerinize cevap buluyorsunuz. Homofobik olanları bile ‘yumuşatacak’ bir film izliyorsunuz... İzlediğim her film beni başka bir dünyaya götürüyor mesela. ‘Tamam mıyız?’ da da o ‘gerçekliğin’ içinde yaşıyorsunuz filmi. Beyaz perdeden çıkıp yanınızda bitiveriyor karakterler...

Oyuncular ve görsel başarı hakkında da söyleyecek söz bulamıyorum. Bazılarınız bu sözlerimi abartılı bulabilirler belki ama oyuncular o kadar ‘gerçekçi’ ki, duygular o kadar bizden ki, görüntüler o kadar tanıdık ki, ‘İşte ben’ diyorsunuz. Filmden çıkınca da ‘iyi bir işe tanık olmanın mutluluğunu’ yüzünüze yerleştiriyorsunuz...

‘Tamam mıyız?’da ona sunulan hayata ve ezberlere kafa tutan Temmuz ile hayata kafa tutmaktan vazgeçen ve annesine bağımlı yaşayan İhsan’ın hikayesi var. Hatta daha da fazlası var. Güzel müzikler, muhteşem görseller, çıldırtan oyuncular ve sıpa bir köpüş var. 

İzleyin daha ne diyeyim...


25 Ağustos 2013

Sokak Kızı Gamze ve Speedy Gonzales Aylin







Bilmediğim şeyleri, bilen birisinden öğrenme konusunda hiç çekingen olmadım. Bu konuda ‘kendini beğenmiş’ birisi de değilim.  İşte bu yüzden nam-i diğer Speedy Gonzales Aylin ‘Yarın Ankara’da çekimim var, istersen gel’ dediğinde koşa koşa gittim...

İlk defa birisi ile tanışıyorsam, yeni bir işe gitmişsem ve hatta ilk defa birisinin evine fotoğraf çekmeye gideceksem karnımda kelebekler uçuşur. Garip bir ağrı peyda olur bedenimde. Ayaklarım geri geri gider. Bahaneler uydururum, varılması zorunlu yere gitmememek için... Ama bu sefer öyle olmadı. Aylin ‘gel’ dediğinde ‘geleceğim’ dedim ve sanki yıllardır görüştüğüm birisininin yanına gider gibi gittim. Oysa biz birbirimizi hiç görmemiştik, seslerimizi duymamıştık. Ama daha ilk andan ‘sanki seninle yıllardır tanışıyormuş gibiyim’ sözcükleri döküldü ağzımdan. İnternetin alameti mi bilmem ama blogundaki kelimelerine, fotoğraflarına o kadar aşınaydım ki, garipsemedim onu... Ve sanırım o da beni...

Bilenler bilir, bilmeyenler için de kısaca özet geçeyim. Gazeteciliği bıraktıktan sonra (ben bırakıyorum diyince de bırakılmıyormuş ayrıca bu meslek) doğum fotoğrafçısı olayım dedim! Son zamanlarda da akraba, eş dostun düğün fotoğraflarına el attım. Ne kadar çok fotoğrafa bakarsam bakayım, ne kadar çok fotoğraf arkası kareleri izlersem izleyeyim bir türlü bu konuda kendimi konumlandıramıyordum. İşte bu noktada sosyal paylaşım sitelerinin birisinde çektiği fotoğrafın altına bıraktığım ‘yamağın olmak istiyorum’ notu, hayatın cilvesi, şans, ne bileyim işte adı her neyse o, Aylin ile beni Ankara’da buluşturdu...


Bir başkasına yardımcı olmak kavramımın artık yok olduğu günümüze, tüm içtenliği ile hem sorularımı yanıtladı hem de kuzenimin düğün çekimi için bana tüyolar verdi Aylin. Ve ben bir kere daha anladım ki bu iş öyle ‘langur lungur, bodoslama’ yapılmıyormuş. Her şeyin bir matematiği olduğu gibi fotoğraf çekmenin de bir aritmetiği varmış. Ya kendimi veremediğimden bu işe, ya konumlandıramadığımdan hala, ya da ne yapmak istediğim konusunda henüz net olmadığımdan bu buluşma bana çok şey kattı. İşin matematiğinin yanı sıra, insanlarla iletişimi, ışığı, kompozisyonu ve o güzel karelerin sırrını öğrendim. Başlarda ‘acaba işine engel olur muyum’ korkusu yaşasam da Aylin içtenliği ile bu korkumu önledi. Ve ben elimde bir kamera olmadığı için çok kızdım kendime. Zira Aylin’in yaptığı 2 saatlik muhteşem çekimi, sonradan bir daha bir daha izlemek isterdim. Ama aklımda, bir İstanbul ya da Ankara çekiminde elimde kamera ile peşinde dolaşacağım...

Bu buluşmadan önce İstanbul’da yapacağım kuzenimin düğün çekimi için oldukça endişeliydim açıkcası. Ama şimdi içim inanılmaz rahat. Çünkü ben (unutmam inşallah) bulunduğum mekana gelin ve damadı nasıl konumlandıracağımı öğrendim... 

Ve sanırım ben Aylin’i burnu havada birisi olmadığı için de sevdim.


Not: Damadın yüzü herhangi bir sorun olmasın diye silinmiştir:)

Not 2: Aylin'e bu adı ( Speedy Gonzales) koymamın sebebi, işini çok hızlı ve temiz yapmasındandır:)

05 Ağustos 2013

Çikolatalı Balık Kraker Tatlısı...







İnsan büyüdükçe mi bilinmez, çocukluğuna daha bir sarılır oluyor. Eski günlerin özlemi, burnunu sızlatıyor. Çocukken yaptığı yaramazlıklardan tutun da, oynadığı oyunlara kadar her şey gözünün pınarlarında birikiyor. 

Mesela ben küçük bir ilçede büyüdüm. Kafamı sokup çıkaramadığım mavi parmaklıklar vardı evimizin önünde, kışın buz tutunca üzerine kül dökülen kırık dökük merdivenlerimiz, okula giderken çizmelerimizi giyindiğimiz holümüz, kazanlı bir banyomuz, evimizin baş köşesine oturan bir sobamız... Elbette oyunlarımız da vardı. Defalarca yazdım belki ama en sevdiğim kız kardeşimle oynadığımız ‘hayali köy’ oyunuydu. Büyük şehirlerde insanlar 90’lı yılları yaşarken biz 80‘lerdeydik mesela. O yüzden daha bir tatlı geliyor şimdi her şey...

Biz okulunu, öğretmenlerini seven çocuklardık. Bayramları büyük bir heyecanla beklerdik. 23 Nisan’larda meydanda beklemek bizi sıkmazdı, bayraklar elimizde büyük bir heyecanla sallardık. Aynı heyecanı öğretmenlerimizde yaşardı. Onlar da bizim gibi yaz tatillerini dinlenmek için, okuldan kurtulmak için değil akrabalarına kavuşacakları için beklerlerdi.

Bizim ev de her yaz şenlikli olurdu. Almanya’dan halamlar, kuzenlerim, teyzemler gelirlerdi.  Almanya’daki çılgın kuzenim benim en iyi arkadaşlarımdandı. Kaz kanatlarından yapılma teleklerle döşeklerin üzerine çıkar uçmaya çalışırdık mesela, tabi halam bizi yakalayıp cümle alemem yaptığımızı anlatana kadar. Sonra onunla, bacak kadar boyumuzla, evdeki kırık dökük eşyaları alır satmaya çalışırdık. Ticarete karşı olan ilgimizin bittiği günlerdi. Ya da bezden bebeklerimize düğünler yapar, her düğünü olan arkadaşımıza çubuk kraker, çikolata götürürdük. Bizim altınımız da onlardı işte.

Yazın Kars’ta yaşayan halam ve kuzenlerim de gelirdi yanımıza. Arzu abla en büyükleriydi. Fasulyenin tanelerini sevmezdi mesela. Ama çok hamarattı. (Önce onlar taşındı Antalya'ya sonra da biz. İşte ben o zaman Arzu abla'nın muhteşem pastalarını, tatlılarını yeme fırsatı buldum. Hatta her seferinde elleriyle yaptığı kakaolu pudingin tencerede kalan kısmını da büyük bir keyifle sıyırdım) Bize bir yaz balık krakerlerin üzerine sürülmüş çikolata tatlısı yaptı. Sonra bu ritüel her gelişlerinde tekrarlandı. Nereden bulduğumu bilmiyorum ama (çocukken bizim ihtiyaçlarımızı ailelerimiz karşılardı, harçlık diye bir olgu yoktu) biriktirdiğim parayla yazın gelmesini hevesle beklemiş, Arzu abla, Burcu ve Duygu’nun geleceği gün bakkala gidip poşet dolusu balık kraker ve tadelle almıştım. Sonra Arzu abla sahanda güneşil altında çikolataları eritmiş ve balık krakerlerin üzerine sürmüştü. Buzdolabında beklettikten sonra da yemiştik. 

Dün de balık krakerli tatlı aklıma gelince evde denedim. Tadellenin fındıkları beni zorlayacağı için sütlü bir çikolatayı seçtim kendime. Benmari usulü çikolataları erittikten sonra balık krakerlerin üzerine sürdüm. sonra da buzdolabına koyup donmasını bekledim. Belki o çikolatalar güneş altında eritilmediği için belki de içinde fındık olmadığı için bilmiyorum ama ben o çikolatalı balık krakerlerde çocukluğumun tadını yakalayamadım. Sadece çocukluğum, yaşadığım ilçenin kokusu burnuma geldi, yine direği sızladı burnumun. 

Son olarak diyeceğim o ki; şayet çocuklarınızla eğlenceli bir oyun oynamak isterseniz siz de yapın. Ya da çocukluğunuzu çağırmak isterseniz...

02 Nisan 2013

Nihayet Nili Silver ile tanıştım ve bu aralar kafayı takılara taktım...


Geçen hafta oldukça renkli geçti benim için. Uzun zamandır tasarladığı birbirinden güzel takıları kullanan bendeniz, nihayet Nili Silver'ın sahibi Elif ile tanışma şansını yakaladım.

Antalya'da iken hep imrenirdim İstanbul'da gerçekleştirdiği takı partilerine. Ankara'da da yapardı zaman zaman. Ankara'ya taşınınca da benim de katılma şansım oldu haliyle. Hep telefon ve internet üzerinden iletişim halinde olduğum ve sesinin güzelliği yüreğine yansıyan Elif beni hiç şaşırtmadı. Demek ki insan  gerçekten insan olunca tanınır olmak yada  ne bileyim işte beğenilir olmak onu değiştirmiyormuş. Kendi halinde, işine odaklanabiliyormuş, mütevazi olabiliyormuş insan. Ben Elif'te bunu gördüm. Sanırım onu ve yaptıklarını sevmemin en büyük nedeni de bu...

Çünkü ben 'herkes onu seviyor' diye o şeyi sevmek zorunda hissetmeyenlerden, herkes oraya gidiyor diye gereksiz pahalı mekanlara gitmekten hoşlanmayan, ne bileyim işte kendim olamadığım yerlerden kaçan birisiyim.

Neyse kafanızı ütüledim farkındayım...

Geçen haftadan benim de payıma güzel şeyler düşmedi değil. Bu partiden iki yüzük ve iki bileklik ile ayrıldım. Hepsini bir arada göreyim diye de elimdeki Nili'leri kolajladım. Bu arada partiye  Ankara'daki moda blogerları da katıldı. Blog yazma konusunda çok aktif olmadığım için sanırım tanışmaktan çekindim... Ay zaten ben başlı başına çekingen bir tipim...

Şimdilik bu kadar diyorum. İşler güçler var toparlanacak ama ben tembellik hakkımı kullanıyorum...

Hoşçakalın...





12 Mart 2013

Geciktim ama işlerim vardı. Çok heyecanlıyım...




Kendime söz vermiştim oysa. Blogu sürekli güncel tutacak, okuduğum kitapları, gezip tozduğum yerleri, gittiğim filmleri ve etkinlikleri paylaşacaktım. Ama olmadı. Bende yine ip koptu...



Son yazımı yazdığım günlerde Antalya’ya bir yolculuk yaptım. Gebelik ve doğum fotoğrafları çekmek için. Hastanede hasta olup Ankara’ya döndüm. Sonra yine bebeğin fotoğraflarını çekmek için yol aldım Antalya’ya doğru. Bu sefer sağ salim döndüm Ankara’ya ama koşturmaca içinde geçen 3 gün yaşadığım için kendime bir türlü gelemedim...


Evet bahane çok bende. Şimdi sabahın erken saatlerinde, yanımda kahvem bu satırları yazıyorum sizlere. Bu sefer gerçekten heyecanlıyım. Doğum Fotoğrafçılığı alanında başladığım yol bana heyecan veriyor. Kendime inanıyorum. Bu işi yapacağıma inanmayan insalardan çok güzel sözler duyuyorum. Bu bana güç veriyor, beni heveslendiriyor...


Sosyal paylaşım sitelerinden sorumlu danışmanım Seyhan bana blogumda da böyle bir paylaşım yapmama gerektiğini söyledi. Onun sözünü tutup sizlerle hem facebook hem twitter hem de instagram sayfalarımı paylaşmak istiyorum. Destek olursanız çok ama çok sevinirim...


Facebook: Gamze Aras Azapoğlu

Facebook Doğum Hikayeniz Sayfam:  http://www.facebook.com/DogumHikayeniz?ref=hl

Twiter: gamzearasa

İnstagram: gamzearasa

18 Ocak 2013

Gidenlerin anısına...




...

“Ölüm,

Kazma kürek sesi

Bir de kuru toprak kokusu.

Arapça bir melodi,

Anaç bir ağıt

Ve sessizlik...”

Zamanında şahit olduğum bir ölüm sonrası yazmıştım bu cümleleri bloğuma. Dün Mahmet Ali Birand’ın ölüm haberini aldığımda da zihnimde yine canlandı paylaşmak istedim...

Zira, insanın tanımadığı birisinin ölümüne üzülmesi nedir bilirim. 19 Ocak’ta hain bir saldırıda hayatını kaybeden Hrant Dink için içim yanmıştı nitekim. Sokağa dökülen yüzlerce insanla birlikte ben de bağırmıştım, ‘Bir gün hepimniz hain bir saldırı sonucu hayatımızı kaybedebiliriz’ anlamına gelen o cümleyi.

Artık saymıyorum, bilmiyorum da kaçıncı yıl olduğunu. Söyleyecek çok sözüm de yok açıkcası. Sadece Hrant’ı tanımak istemeyenler için bir öneride bulunabilirim. Lütfen gidin bir kitapçıya ve Tuba Çandar’ın kaleme aldığı Hrant adlı kitabı edinin ve okuyun. Ondan sonra karar verin sevip sevmeyeceğinize...

Not: Dün Birand'ın ölüm haberini aldıktan sonra şöyle yazmıştım twitter adresime 'Birand hayatını kaybetmiş. Sunumunu eleştirdiğim birisiyidi ama ölümüne çok üzüldüm..' Gerçekten de öyle, dün Kanal D'yi izlerken oturup ağladım. İnsan inanamıyor işte. Ölüm var bu hayatta biliyorum ama ben hala inanamıyorum... Hrant'ın gidişine nasıl inanamadıysam bu ölüme de inanamadım. Hayattan kopuş şekilleri farklı ikisinin de evet ama nihayetinde ölüm. Bugün yazmayı beceremediğim günlerdeyim. Üzgünüm...

16 Ocak 2013

Başkalarının hayatları benim oldu...

Cerrahpaşa kan ünitesindeki hemşire damarlarıma geçirdiği o kalın
iğneyi çıkarırken uyarmıştı "pamuğu iyice bastır ki morarmasın" diye.
Kolumda bir morluk ile dolaşma fikri bana "ürkütücü" gelmiş olacak ki
iğneyi çıkarır çıkarmaz basırmıştım pamuğu üzerine. Şimdi, o günden
bir hafta sonra, morarmış olan koluma bakarak gülüyorum halime. Benim
bundan sonra kapanacak yaralarım olacak diye. Ama onun, Ayşe'nin
kapanacak yaraları bir daha hiç olmayacak. Ailesinin yüreğinde ikinci
defa açılan kapanması zor yaralardan başka...

Oysa sevmezdim "forward" edilenleri...

Başka insanların hayatlarına dahil olmak şaşırtmıyor artık beni. Hele
ki iletişimin bu denli hızlı ve soyut olduğu bu çağda. Soyutluktur
belki onu bu denli hızlandıran bilinmez ama artık öylesine bir gün,
öylesine bir zamanda, aklının ucundan bile geçiremeyeceğin bir
mekanda, görmeyi düşünmeyeceğin insanların hikayelerine dahil
olabiliyor anılarında yer alabiliyorsun.

Benim başka bir hayata dahil oluşum da, İstanbul'da bir öğleden sonra
mail kutuma düşen "forward" bir maille başladı. Aslında hiç sevmezdim
iletişimimi kirlettiğine inandığım "forward" mailleri. Gönderen
arkadaşımın konu başlığına takılıp kalmıştım bu sefer. Belki de
vicdanımı rahatlatmak için silmeden açmıştım maili...

"12 yaşındaki bir kıza acil kan" yazıyordu başıkta ve maili açınca bir
not düşüyordu önüme. "Hastaneyi arayıp teyit ettim. Bilgiler doğru.
Hadi bakalım tanıdıklarınıza gönderin" Yapabileceğim ilk şey kendimi
ikna etmekti çünkü aradıkları kan damarlarımda geziniyordu o an. Malin
"aradım hastaneyi teyit ettim" kısmı beni harekete geçirmişti birazda.
Ben de aramalıydım, inanmalıydım. Zira bu soyut alemde duygusal
istismarlar yapıp para kazananlar yok değildi. Uzun uğraşlar sonucunda
hastaneden abisine ulaşmıştım. Ben de ikna olmuştum artık ve ertesi
gün hastanede olacaktım. Zaman zaman isyan edip, olmak istemediğimi
yinelediğim bu dünyadan gitmemesi için Ayşe'ye kanımı bağışlayacaktım.

Alışmışlık, yorgunluk ve bekleyiş...

12 yaşında, acilde yatan ve kan bekleyen bir kız çocuğu. Daha çok
küçük diye içimden geçirerek girdim acilin kapısından. Yorgun bir aile
karşıladı beni. Bekliyorlardı ama neyi onlar da bilmiyorlardı. Dört
aydır İstanbul'daydılar ve Urfa'dan gelmişlerdi. Hastanede çok vakit
geçirip(!) artık doktor literatürünü bilen insanlar gibi olmuşlardı.
Ayşe'nin durumunu sorduğumda doktor dili ile konuşuyorlardı ama
ezbere, ezbere de bekliyorlardı...

Ayşe'nin abisi Yunus ile gittim kan alma ünitesine. Form doldur, kan
örneği ver ve muayene ol derken uzunca bir süre bekledik onunla
salonda. O zaman aralığında konuşma şansımız oldu. 20'li yaşlardaydı
Yunus. Bir ara "Sigara içiyor musun abla?"diye sordu "Hayır" dedim.
"Ben başladım, bir haftadır içiyorum" dedi. "Çare değil ki Yunus"
dedim. Sadece dedim, çare olmadığını ben de biliyordum. O an
söylenebilecek en iyi sözcük sanki oymuş gibi çıktı ağzımdan. Sadece
20'li yaşlardaydı Yunus, kardeşim gibiydi, kıyamadım...

O uzun bekleme anında abilerini de bir kaç yıl önce Akdeniz
Anemisi'den kaybettiklerini öğrendim. Ailesi bir acı zaten yaşamıştı,
o an daha bir kuvvetli yalvarır oldum Allah'a Ayşe için. Ailesi ikinci
defa bir yıkıma uğramasın diye ama nafile... Yunus'a laf arasında
"alışmış bir ifade var hepinizde" dedim, öyleydiler gerçekten de.
Yüzlerine yerleşen yorgunluğun yanında bir alışmışlık da vardı. 4
aydır oradaydılar ve bekliyorlardı. Bekleye bekleye beklemeye mi
alışmışlardı bilemedim. Bilmek de istemedim. Yaşamadan anlayamazdım,
onların yaşadıklarını yaşamak istemediğimi itiraf ettim kendime
bencilce. Yunus gelen her telefona "şimdi daha iyi" diye yanıt
veriyordu, bana da "ne yapalım abla biz ayakta durmazsak kim
ilgilenecek" demişti. Hissettiklerini okuyabiliyordum yüzünden biraz,
bana bu yüzden yalan söyleyemedi. Alışmışlardı bu duruma, alışmak
zorundaydılar. Ama yüreklerinde ikinci defa aileden birisini
kaybedebilecek olmanın korkusu vardı... Nitekim o da gitti....

Yunus beni hastaneden uğurlarken şakayla "4 ay sonra görüşürüz abla" diyip
gülümsemişti, "İnşallah gerek kalmaz" demiştim gülümseyerek, "inşallah
hemen iyileşir de Urfa'ya dönersiniz" demek istemiştim. Gerek kalmadı
4 ay sonrasına, kan vermeme, vermemize. Çünkü Ayşe birkaç gün sonra
vefat etmişti. Ölüme alışkın değildim, ölümün soğuk ve karanlık
fikrine hele hiç. Haberi Yunus vermişti bana, dilim düğümlenmişti o
an. Bir iki kırık kelime döküldü dilimden. Kapadık telefonları ve ben
hala iyileşmemiş olan kolumdaki ize baktım.

"Forward" edilen mailleri sevmezdim oysa. Öylesine bir zamanda,
öylesne bir mekanda, öyle güzel insanlarla tanışmıştım. Urfa'da bir
anım olacaktı benim. Biraz buruk biraz gülümseten bir anım. Ve benim
iyileşmesi uzun zaman alacak yaralarım olacaktı, ama Ayşe'nin...


Not: Bugün Lösemi hastası Gizem'in ölüm haberi sosyal paylaşım sitelerinde dolaşınca ve Caner'in iş arkadaşı Deniz'in bununla ilgili bir yazı yazınca aklıma yıllar önce Radikal Genç için yazdığım bu yazı geldi. İnternetten bulup kopyaladım. Fotoğraf eklemek istemedim. Sadece okunsun istedim... Üzerinde hiçbir değişiklik yapmadım...

Bu da bir reklam yazısı değildir...




İnternetin yeni yeni yaygınlaştığı dönemlerde hızımı alamamış, gezip tozan bir gazeteci olacağım hayali ile bir çok fotoğraf ve gezi sitesine üye olmuştum. İşsiz kaldığım dönemlerde de iş arayanlara fırsatlar sunan bazı sitelere. Benim tahammülsüzlüğümden midir bilinmez, o sitelerde hep birileri ile kavga ederken bulmuştum kendimi. Klavyenin başında, tuşlara sert bir şekilde vurarak sinirimi çıkardığım zamanlar olmuştu. Ya birisi bana hakaret etmişti ya da internet üzerinden bana sarkıntılık yapmıştı. İşte bu sebeplerden dolayı uzunca bir süre hem sosyal paylaşım sitelerindeki, hem de söz konusu forumlardaki üyeliklerimi sonlandırmıştım...

Ama bir süre önce sosyal paylaşım sitelerine yeniden giriş yaptım. Eskiden olduğu gibi çok güzel, kalıcı arkadaşlar da edindim.

Size bugün, sosyal paylaşım sitesinde tanıştığım bir arkadaşımdan bahsedeceğim. Çünkü kendisi, yaptığı işler ile hakkında bir şeyler söylenmeyi hak eden birisi...Cama can veren bir kişi desem herhalde anlarsınız ne yaptığını.

Ben Berna Terziahmetoğlu’nu şu yazımda da bahsettiğim Elif sayesinde tanıdım. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı için satış yaptıkları bir günü belgeleyen fotoğraflarda ise sizeyukarıda görsellerini sunduğum bu bülbülleri gördüm ve aşık oldum. Elif aracılığıyla başlayan iletişimimiz sayesinde ise çok güzel bir kutunun içinde altın suyu ile tatlandırılmış, cam ve gümüş karışımı bu kolye ve küpeye sahip oldum.

Sakın aklınızdan yine ‘bu yazı reklam kokuyor’ gibi bir cümle geçmesin. Daha önce de belirttiğim gibi, sevdiğim, hoşlandığım, aldığım şeyleri buradan paylaşmak beni çok mutlu ediyor. Daha fazla insan görsün ve tanısın istiyorum. İşte bu yazıyı da o yüzden yazıyorum.


Berna aslında Kathre markası ile tasarımlarını yapıyor. Ben de zaten gerçek soyadını kullanmaktan ziyade ona Berna Kathre diyorum. Ateş ile camı buluşturup ortaya muhteşem tasarımlar çıkarıyor. Sadece takı değil, günlük kullanılacak cam kaşıklardan, ev içi dekorasyonunuzda kullanacağınız bir çok objeye kadar hepsini kendi elleri ile hazırlıyor.

Takı takmaya bayılan bendeniz, tasarım yapan insanları imrenerek izliyorum. Ortaya çıkan şey kimilerine basit görünse de hayalin gerçeğe dönüştürülmesi noktasında yaşanan zorlukları bildiğimden hepsi bana muhteşem geliyor. Ne bileyim, mesela Berna’nın yaptığı gibi maske şeklindeki bir kolyede göz nereye yerleştirilecek, boyutu ne olacak, hangi renkler kullanılacak gibi ayrıntılar benim beceremeyeceğim türden şeyler. Ya da hayal edilen bir görsele hayat vermek mesela. O yüzden özgünlükten yana tavrını koyan ben, kendi emeği ile ortaya güzel şeyler çıkaran insanlara bayılıyorum. Tıpkı Antalya’da yolda gördüğüm tahta kaşık ustasının işine konsantre bir şekilde tahtaya şekil vermesine hayran olduğum gibi...

Not: Elif'in TEGV için yaptığı ve sattığı gümüş ayracım geldi. Muhteşem bir şey. Siz de satın almak isterseniz şayet www.nilisilver.com'dan bakabilirsiniz. Fotoğrafı işte burada.... Bu arada yeniden belirtetim, bu yazıları yazdım niye ne Elif ne de Berna bana para vermiyor. Ya da bana bu takıları 'tanıtım yap al sana bedava takı' gibi bir teklifte bulunmuyor. Bunu da ayrıca belirteyim çünkü aksinin düşünülmesi beni ziyadesi ile üzer. Söylediğim gibi sevdiğim şeyleri paylaşıyorum...

14 Ocak 2013

Hafta sonu ve hazırlıklarım...




Hafta sonu biraz sıkıntılı geçti. Hem baş ağrısı hem de kaslarımın ağrısı beni resmen delirtti. An itibariyle pek sağlıklı olmasam da, battaniye altında yatmaktan sıkılan bünyem ‘Hadi kalk fotoğraf çek ve bloğa ekle’ demek sureti ile beni bilgisayar başına itti. Şu an buradayım...

Bir süredir bu ay sonunda doğum yapacak olan arkadaşımın fotoğraf çekimi için hazırlık yapıyorum. Fotoğraflarda kullanılacak objelerin seçilmesinden, kompozisyonlara kadar bir çok şeyi tasarlıyorum. Kuzenimin oğlu için yaptığım cam kavanoz süslemesini de işin içine katayım dedim kendime. Ve gidip cam boyası aldım. Aslına bakarsanız bu konuda oldukça acemiyim. Sanırım cam boyasının kuruduktan sonra ayrıca fırınlanması gerekiyor. Şu an fırınlama işi için koşullarım müsait olmadığından sanırım kavanozları ‘lütfen yıkamayın’ ibaresi ile sahibine teslim edeceğim...

Hafta sonunun sıkıntılı ve yorgun geçtiğinden bahsetmiştim. Cumartesi günü cam boyası almak için çıkmışken dışarıya hem yemek yiyelim hem de sinemaya gidelim dedik. Soluğu 45 dakika otoparkında yer bulmak için çırpındığımız Panaroma Alışveriş Merkezi’nde aldık.  Bir daha gitmem dediğim bu alışveriş merkezindeki yemek faslından sonra ise ağırlaşan bünyelerimizle birlikte sinemanın yolunu tuttuk. Niyetimiz iki filmden birisine gitmekti. Fakat ikisinde de yer olmadığından ya da saati geç olduğundan kitapçıya girip ‘bakınmaya’ karar verdik.


Aslında kitap almayacaktım ama uzun zamandır almak istediğim Oya Baydar’ın O Muhteşem Hayatınız adlı kitabının ‘imzalı’ olduğunu görünce dayanamadım. Aynı standda, neredeyse herkesin okuduğu, Pascal Mercier’in Lizbon’da Gece Treni romanının da yüzde 25 indirimli olduğuu görünce hemen kucağıma aldım.

Madem sinemada yer bulamadık o zaman evde film izleyelim fikriyle de DVD bölümüne koştuk. Yönetmenliğini Raşit Çelikezer’in yaptığı Can aldı filmin yanına bir de Tayfur Aydin’ın yönetmenliğini üstlendiği İz adlı filmleri aldık. Filmler hakkında çok şey yazmayacağım. Sacede Can bizim içimizi burktu. Oyunculuklar kadar konusu da muhteşemdi filmin. İz’de ise bir şeyler eksikti. İzlerken bir çok yerde ‘bunu nereye bağlayacaklar’ diye sorduğumuz ve yanıtını alamadığımız bir çok ayrıntı vardı. Yani ayrıntılar yarım kalmıştı. Ama yine de fikir sahibi olmak için izlenebilir diyorum...



Sözü çok uzattım farkındayım. Son olarak Metis tarafından çıkarılan defterimin görüntüleri ile sözlerime son veriyorum. Bu defteri de 5 TL’ye aldım. Defter kullanma konusunda pek başarılı olmasam da yeni işimde bana kolaylık sağlayacağını düşünüyorum.

Not: Fotoğraftaki saatin pili yok. Saatin 7 çeyrek olması bundandır...

12 Ocak 2013

İki yeni blog için hazır mısınız?




 Merhaba;

Bugün size iki yeni blogdan bahsedeceğim.... Hem okuması hem de izlemesi keyif verecek olan iki yeni blogdan...

Birincisi sevgili Leylak Dalı ve sevgili Atalet’in ortaklaşa açtıkları Kitaplık Kurdu adlı blog. Birbirini tanıyan blog arkadaşlarının böylesi projelere imza atması açıkcası beni çok mutlu ediyor. Böyle projeler sayesinde daha çok bloger ile tanışma fırsatı yakalıyorsunuz...

Efendim Kitaplık Kurdu adından da anlaşılacağı üzere okumaya, okuduklarını paylaşmaya meraklı blogerlar için hazırlanmış bir yer. Okuduğunuz kitabı kendi çektiğiniz bir fotoğraf ve kısa bir tanıtımı ile kitaplikkurdu@gmail.com adresine postalıyorsunuz ve kitabınızın yayınlanmasını bekliyorsunuz. Bunun dışında, diğer blogerlar ne okuyorlar, okudukları kitaplar neyi anlatıyor... gibi ayrıntıları da Kitaplık Kurdu blogunda izleyebiliyorsunuz... Unutmadan bu blogda LeylakDalı’nın kendi blogunda daha önce başlatıp bitirdiği ama tembellikten katılamadığım bir de ‘KitaplıkGünü’ var. İlki Çarşamba günü yayınlandı, sanırım her Çarşamba bir okurun kitaplığının fotoğrafına yer verecekler. Benim de güzel bir kitaplığım var diyorsanız paylaşmak için daha ne duruyorsunuz?


İkinci blog ise çok çok sevdiğim bir arkadaşımın bloğu Nabu’nun Kalemi. Kendisi oldukça yetenekli bir yazardır. Evet evet yazardır. Kısa öyküleri, şiirleri vardır ve ben çok beğenirim. Onun blogunda da hem okuduğu kitaplar hakkındaki yorumlarını, hem şiirlerini, hem de düz yazılarını bulabilirsiniz. Bence oldukça yetenekli olan bu kalemin yazılarını kaçırmayın... Benden söylemesi...