27 Eylül 2011

Sigara içiyor musun?

Okullar açıldı ya, benim de eğitim maceram kaldığı yerden devam etmeye başladı. Başlamaz olaydı diyorum ama başladı işte. Bugün eğitim sayfası için bir ilköğretim okulundaydım. Aslına bakarsanız dün telefonla aradığımda okulun müdürünü, bugün için çok zorlanacağımın sinyallerini almıştım ama, ‘ben zordan kaçmam’ diyerek kendimi kandırdım. Ve sonucunda ağrıyan bir baş ile masamda al yazmamı başıma bağlamış kıvranırken buldum kendimi. Durum size olayı anlatayım…

Sabah 10’da okulda buluşacaktık. Aracın başka bir işi olduğu için ben erkenden çıkmak zorunda kaldım. Olsun dedim, işleri erken bitirir diğer işlerime bakarım. Aman demez olaydım. Okula adımımı attım, okul müdürünün yanına çıktım. Başladık sohbete. Benim istediğim bilgilerin dışında tüm ıvır zıvır bilgileri hocam sağolsun aktardı bana. Ben o ara öğrencileri tören alanına nasıl indireceğiz, sıcakta pişecekler bir de susmaz bunlar şimdi diye düşünürken hocam oldukça iyimserdi. Her şeyi halledeceğini düşünüyordu. Gelin görün ki ben bunca yıllık deneyimime dayanarak haklı çıktım.


Çocuklar bir felaketti. Sıraya dizilmelerini geçin, susmuyorlardı bile. Bir ara mikrofonu elime aldım. Nereden geldiğimi söyledim, başladılar bağırarak alkışlamaya. Boğazım kurumuş, öksürmeye başladım. Susmadılar tabi. Bir ara işgüzar anasınıfı öğretmenleri, o minikleri bin 600 kişinin arasına sokmak istediler. Gerek yok onları çıkarmayın dedim. Böyle söylememe rağmen bir baktım merdivenlerden tek sıra halinde tören alanına iniyorlar. Sinirlerim tepeme geldi, sustum. Susmak bana baş ağrısı yapıyormuş, sonradan anladım.

Fotoğraf çok kötü oldu haliyle, umursamadım bu sefer. Sırasıyla sınıflarda fotoğraf çekmem gerekiyordu. Söz konusu ilköğretim öğrencileri olunca bir azaptı benim için fotoğraf çekmek. Odasındayken ‘bizim öğrenciler çok usludur’ diyen okul müdürü bir iki sınıf gezdikten sonra halime acıyarak ‘sigara içiyor musun?’ diye sordu. ‘İçiyorum’ dedim. Hay onu da demez olaydım. Dışarıya çıktık, bu sefer hocam öğle arasına az bir vakit kalmasına rağmen konuşmayı bir türlü bitiremedi. Aklımda çekeceğim fotoğraflar varken, dinleyemedim bile onu. Ben paketi alıp ‘hadi hocam gidelim’ demeseydim öğretmenliğin nereden nereye geldiğini bana anlatmaya devam edecekti.

Okuldan kendimiz ar zor attım. Öğle zili çalmıştı ve kapıda kimliğimi alıp ziyaretçi kartı veren görevli ortalıkta yoktu. Ben bu kadar gerginliğe hakikaten gelemezdim. Onu ararken birkaç kişiye sordum, olumsuz yanıt alınca okulun karşısında buluna kafelere baktım. Okul öğretmenlerinden birisini bulup yakasına yapıştım. Biz okul kapısına gelince elinde kimliğimle güvenliği kapıya doğru koşarken gördüm. İçimden küfürler salladım okula da söz dinlemeyen öğrencilere de.

Araç geç kalmıştı, onu beklerken okul bahçesinin dışında bir sigara daha içtim. Aracı aradım, okulun yanında beni bekliyordu, kaputu açık şekilde. Bilin bakalım ne olmuştu. Benim yaver giden şansım, arabasız kalmama razı olmuştu. Bir taksiye binip kendimi ofise attım. Kıtlıktan çıkmış gibi yemek yedikten sonra baş ağrım geçmedi. Zulamdaki al yazmayı çıkarıp başıma bağladım, bir ilaç içtim yetmedi. Beni ancak bir duş paklar diyerek kendimi eve attım. Şimdi yoldan geliyorum. Kendimi iyi hissetmiyorum, başka nedenler de var elbet ama. Ne bileyim, her şey güzel olsun istiyorum…

25 Eylül 2011

İşte ben böyle bir hal içindeyim...




Bir süredir okuma yetimi kaybetmiş gibiydim. Elime en az beş kitap alıp, daha beşinci sayfalarına gelmeden bıraktım. O süreye kadar ne okudun diye sorun, ona da yanıt veremem. O kadar karmakarışığım.

Geçenlerde beni en çok ne rahatlatıyor diye bakınırken, arkadaşımın benim için TÜYAP’ta imzalatarak gönderdiği Ahmet Ümit’in ‘Beyoğlu Rapsodisi’ kitabını elime aldım. İyi de ettim hani. Tarzına hayran olduğu bir yazar Ahmet Ümit. Bir roman yazmaya hevesli olan ben, kitabındaki ayrıntıların olayla bütünleşmesine, her bir sayfayı çevirirken bıraktığı heyecana, anlatımına, kahramanların diyaloglarına bayılıyorum. Okurken bende yaşanmışlık hissi veren bir yazar kendisi.

Neyse efendim, konu bu değil. Konu benim açgözlülüğüm.

Ara sıra böyle ‘okuyamama’ anlarım olduğu için kendime hep ertelediğim kitaplardan alırım. Aslında her kitabın okunmak için bir zaman ihtiyacı olduğunu düşünenlerdenim. Ama böyle zamanlarımda genelde kendimi ‘ertelenmiş- alınmamış kitaplar’ listemi kurcalarken bulurum. Geçenlerde bir blogda okuduğum ‘Tutunamayanlar’ romanından bir alıntı sonrası hemen sanal kitapçıma giriş yaptım. Bir süre önce Seyhan tarafından ‘olumsuz’ eleştirilen 'Koku', aşçılığını bilmiyorum ama yazı dili muhteşem olan Zeren’in önerdiği ‘Yanılsamalar Kitabı’nı ve Ankara döneminden beri ‘okunacaklar ve alınacaklar’ listesinde bekletilen ve işte bu blogda görerek anımsadığım ‘Tutunamayanlar’ adlı kitapları listeme ekledim. Dün nasılsa bir güç beni durdurdu. Bu sabah işe gelir gelmez siparişimi verdim. Az önce aldığım mail de beni havalara uçurdu. Paketim hazırlanmış, yola çıkmıştı bile. İlk defa bu kadar hızlı kitap satın aldım İdefixe’ten.

Şimdilik kendimi Beyoğlu Rapsodisi sonrası bu üç kitabı okumaya adadım.İlkin hangisinden başlayacağımı bilmiyorum. Ama enfes bir polisiye romanın ardından biraz durulmam gerektiğine inanıyorum…

24 Eylül 2011

Bugün Antalya çok güzeldi…



Yağmurdan sonra Antalya,

Pek keyifli
Hava açık
Hevesli…




Renkler yerinde,
Canlı…



Biraz rüzgar,
Çok değil
İçini serinletecek kadar.

22 Eylül 2011

Başım belada...



Bundan yıllar önce, tamam tamam birkaç yıl önce, benim de her ‘sağlıklı’ insan gibi bir facebook hesabım vardı. İnternetle tanışmam ve iletişim serüvenim pek sağlıklı geçmediği için facebook maceram da kötü bir şekilde son buldu. Duvarımı kirleten ‘sevgili’ arkadaşlarım tüm kirli çamaşırlarımı bir bir ortaya dökünce, ben de çantamı kaptığım gibi çıktım. O zamanlar hesabı kapatma diye bir seçenek vardı- sanıyorum artık yok, şimdi dondurabiliyorsun sadece- ona tıkladım ve facebook ile iletişimimi sonlandırdım. Sonrasında bir kere bile pişman olmadım. Ta ki bu yıla kadar.

Mahalle baskısı denen şey başıma bela oldu anlayacağınız. Mesleğim gereği bir facebook hesabı edinmem gerektiği gerçeği ile karşı karşıya kaldım defalarca, direndim. Bir hesabım olursa gün boyu onunla uğraşacağım gerçeğini her defasında dillendirerek ‘mahalle baskısı’nı susturmayı denedim, yemedi. Her seferinde karşıma çıkan ‘facebook’tan örgütlenmişler eylem yapacaklar’, ‘bilmem kime hakaret etmişler’, ‘bilmem ne için grup oluşturmuşlar milyonlar üye olmuş’ şeklinde basına yansıyan haberleri, yapamadığım için okudum. Arkadaşlarımın evliliklerinden, bebeklerinden bi haber oldum. Hayat hızla akıp giderken kendimi bir an yerimde sayarken buldum. Cep telefonunun elzem olduğu bir dönemde, cep telefonsuz dolaşıyormuş gibi hissettim kendimi.

Birkaç saat önce bir arkadaşımın ‘Gamze şu twiti paylaşır mısın twitter’ından’ sorusu ile de kalakaldım. Çünkü benim ‘facebook’un yanı sıra bir ‘twitter’ım bile yoktu. Kınandım, yerin dibine sokuldum. İnternete de girebilen bir telefon hediye edilmesi koşulu ile twitter ve facebook hesabı açacağımı söyledim – evet telefonlarım internete giremiyor- ama ikna edemedim.

Şimdi ise ne yapacağını bilemeyen bir haldeyim. Yeni bir facebook hesabı açıp arkadaş listesi oluşturmaya, gruplara üye olmaya, bişiler paylaşmaya, bişilere ortak olmaya zamanım var mı bilmiyorum. Yok ‘internet zaman kaybı’ diyenlerden değilim. Sadece kendimi bildiğimden böyle söyledim. Bir twitter açıp, günün her saati kim ne yazmış, kim ne demiş diye takip edebilecek kadar da ‘hızlı’ değilim.

Hesap açtıktan sonra yine bir şeylerden geri kalacağımın bilincindeyim. Şimdi söyleyin, ben ne yapayım? Zaten uzak kaldığım bu iki sosyal paylaşım sitesine üye olup azıcık yaklaşayım mı? Yoksa hiç bulaşmadan yoluma mı devam edeyim? Başım dertte bana bir yol gösterin!!!

19 Eylül 2011

Onu fotoğraf makinası güldürdü...

Birkaç günlük tatilin ardından işe başladım. Evet kabul ediyorum, tatil sonraları için işe gitmek hayli azap verici bir durum. Ve evet sabah işe ayaklarımı sürüye sürüye geldim. Bugün okullar açıldı ya, sabahtan hemen ilköğretim haftası etkinliklerine katıldım. Üç okulun açılışı vardı. Bir omzumda fotoğraf makinesı çantam, birisinde laptop, üztüne bir de nemli ve bunaltıcı bir hava. Yoruldum, hem de çok. Kemiklerimin ağırdığını hissediyorum. Hamama gitmek istiyorum. Ve biliyorum karman çorman yazıyorum. Neyse….



Bugün okul açılışlarının birisinde bu çocuğun fotoğrafını çektim. Halk oyunu ekibindeydi, hepsinden de farklıydı. Yüzüne takındığı o ciddi hal ile oynuyordu. Fotoğrafını çekmek istedim. Bir iki kareden sonra çekildiğini fark edip sırıttı. Tüm ciddiyetini bozdum, ben de sırıttım. Ama ben onun daha çok bu ciddi halini sevdim. Sizinle de paylaşayım istedim….

12 Eylül 2011

Hayallerini unuttu...

Daha orta okul yıllarındayken Mehmet Aslantuğ’un ‘Sıcak Saatler’ dizisindeki ‘gazetecilik’ figürüne kapılmış, ‘ben de gazeteci olacağım’ demişti. O yıllarda edebiyat öğretmenine olan tutkusu, yazma ve okuma sevdası ‘edebiyat öğretmeni’ olması yönünde kendisini sıkıştırsa da ‘Önce edebiyat fakültesini bitirip edebiyat öğretmeni olacağım, ardından da gazetecilik okuyup mesleğimi yapacağım’ diye karalamıştı anı defterinin son yaprağına. Kararı kesindi….

Lise yıllarında edebiyat tutkusunu gazetecilik ile harmanlayıp tek bir şey, gazetecilik okumaya karar verdi. Sınav sisteminin karmaşası yüzünden son sınıfta, yıllardır aynı sıraları paylaştığı arkadaşlarından ayrıldı. Okulun rehberlik öğretmeni ile uzun soluklu konuşmalar yapıp, kararlılığını belirtti. 40 kişilik sınıftan, tanımadığı yüzlerle dolu 60 kişilik sınıfa geçiş yaptı. Öğretmenleri onu bu çılgın kararı yüzünden örnek gösterdi. Kendisi mezun olduktan sonra da, okulunda 6 kişi için sözel bölüm açıldı okul tarihinde ilk defa.

Kararlılığını lise yıllarında da yine bir defterin son yaprağına karalamıştı. ‘2001 yılı Haziran ayında ben Ankara Üniversitesi Gazetecilik Bölümünü kazanacağım’ diye. Sınava girdi, oldukça rahattı. Soruları tek tek yanıtlayıp çıktı. Sınav sonrası sonuçlara bakmadı bile. Emindi, kazanacaktı. Puanı istediği okulun puanından 3 puan fazla geldi. Artık okulu kazanmıştı. O kadar tercih hakkını geride bırakıp sadece iki tercihe istediği okulun adını yazdı. Ankara Üniversitesi Gazetecilik ve Gazi Üniversitesi Gazetecilik. İlk tercihini kazandı, bölüme altıncı sıradan girdi.

Nice gazetecilerin yetiştiği okulun sıralarında oturdu, hayatını kaybetmiş büyük düşünürlerin isminin verildiği dersliklerde hocalarını dinledi. Haylazlık yaptı, derslerine çalışmadı. Aşık oldu, sınıfta kaldı. Ama gazetecilikten hiçbir zaman vazgeçmedi. Bir an önce mezun olup dünyayı kurtarmak istiyordu. Son senesini bu duygularla geçirdi.

Mezuniyetten sonrası ise tam bir hayal kırıklığı idi onun için. Bakkal dükkanı işletirken, ‘onu tanıyorum, bunu biliyorum, belediye başkanının söğüşlerim’ diyerek ‘gazete dükkanı’ açan işyerleri ile çalıştı. İstanbul hasreti idi, oraya gitti. Barınamadı. Yaşadığı şehre döndüğünde ise tablo hiç iç açıcı değildi. ‘Benim hayal ettiğim dünya bu değil’ diyerek içine kapandı. Birkaç yer gezdi. Sonunda pes etti. Yerel gazetelere CV bıraktı, dergi çıkarak bir yerden teklif geldi. Oraya girdi. Her şey yolunda giderken dergi kapandı. ‘Acaba haber yazabiliyor mu’ denilerek çökmüş bir yolun haberi yaptırıldı. İşi yaptığı anlaşılınca ‘haberci’ oldu. Sektörü tanıdı. Lüzumsuz insanların doldurduğu sektörde ayrı bir yer edinmeye çalıştı. Farklıydı, farkını gösterdi. Ama bunların hiçbirisi yetmedi.

Yıllardır hayalini kurduğu meslek gözünde birden küçüldü. Girdabın içinde debelenirken buldu kendisini. Bir anda birilerinin ‘fettecisi’ oldu.

Yola başlarken kurduğu hayaller kısa sürede bitti. Hayaller gidince yaşama sevinci de kalmadı. Yorgun düştü, öfkesi arttı, tembelleşti,, verimi düştü, kendisi olmaktan çıktı.

Şimdi aynada baktığı yüzünden nefret etmemek için kendisine bir yol arıyor. Ne yapacağını ise bilmiyor. Hikayesine yeni bir yerde devam etmek istiyor ama neresi olduğunu kestiremiyor. Unuttuğu hayallerini anımsamak ve onları hayata geçirmek için güç istiyor…

09 Eylül 2011

Yaş 28 ama göstermiyormuşum...




Şimdi ben sigarayı bıraktım ya, tamam tamam bırakmadım ama arifesindeyim, neyse ofisteki arkadaşlardan otlanıyorum. Dolayısı ile günlük 7, bazen de 14 TL cebimde kalıyor. Evet arkadaş zararlısıyım. Bu kalan parayı da ben taksi parası yapıyorum, illa harcayacağım ya. Bir ara daha çok uyumak için geç kalkan ve ofise taksi ile gelen arkadaşıma benzedim. Bir 15 dakika daha uyumak için cep telefonunun ayarlarıyla oynuyorum. Sabah da evin dibindeki taksi durağına ‘Günaydın’ dedikten sonra sıradakine binip ofisime geliyorum.

Bugün de aynısını yaptım. Önceki gün başka müşteriye gideceği için beni aracı ile bir diğer taksinin yanına götüren şoföre denk geldim. Az sohbet ettik. Bana ‘çalışmayı seviyor musun?’ diye sordu. ‘Evet ama iş beni soğuttu’ dedim. Kızından bahsetti, okumamış üniversiteyi, kazandığı halde hemde. Sonra bir işe girmiş, bir ay dayanamamış, evlenecekmiş. Koca parasına mahkum olmak istemem açıkcası, ama o bunu seçmiş. Üzüldüm onun durumuna. Kızının yapmadıklarını oğlu yapmış ama. Hem ikinci üniversitesini okuyor hem de çalışıyormuş.

Sohbet ederken bana hani, üniversiteden mezun olduğumu sordu. Ankara Üniversitesi dedim, o da Gazi’den mezunmuş. İşini yapmamış ama kamuda çalışmış. Emekli olunca da evde duramadığı için taksicilik yapmaya karar vermiş.

Laf arasında yaşımı sordu. 28 dedim. ‘Göstermiyorsun bacım’ dedi. ‘Kot tişörtle göstermem zaten’ dedim. ‘Yok yok göstermiyorsun, daha genç duruyorsun’ dedi. İçime su serpti. Yaşla sorunu olan ben güne mutlu başladım. Akşam gördüğüm kabus sonrası içime oturan ‘acaba ne olacak’ korkusu, yerini mutlu bir başlangıca bıraktı.

Git bunları blogunda yaz...

Biliyor musunuz, 28 yıllık hayatımda, ‘bu yıl bunu öğrendim’ dediğim hiç bir şey olmadı. Ama bu yıl ben çok önemli bir şey öğrendim. BÜYÜK KONUŞMAMAYI!!!

Ben nasıl böyle oldum bilmiyorum. Hayatımda hiç ‘pembe panjurlu bir ev’ hayali kurarken yakalamadım kendimi. İlk aşkım, ilk hevesimde bile böyle değildim. Annemin amcası ‘kızlar pantolon giymez’ dediği için pantolon giyemeden büyüdüm. ‘Büyüdüğünde gelin olacaksın’ denildiği için evliliğe hep karşı durdum. Hem yanlış kişilerle karşılaşmaktan, hem yanlış seçimler yapmaktan dolayı yıllarca ‘ben evlenmeyeceğim’ diyip durdum. Ta ki bundan birkaç ay öncesine kadar….

Hayatımda her şey ‘birdenbire’ başlar benim. Güzel bir hayata merhaba diyeceğim ilişkimde de keza öyle oldu. Kırk yıldır birbirimizi tanıyormuşuz gibi doldurduk içimizi geçen sürede. Ayrı evlerde kalmak bize yetmedi, aynı evi paylaşmak için adım attık. Birbirimizi ailelerimizle tanıştık, ailelerimizi birbirleriyle. Sonra da işin ikinci aşlamasına geçtik.

Geçtik geçmesine de ben yine büyük konuşmaya başladım. Vay efendim nişan alışverişi de neymiş, efendim eve yün yorgan istemezmişim, yok efendim düğünde çalgı çengi olmayacakmış, kokteyl ve nikah nelerine yetmiyormuş, kabarık uzun gelinlik giymek de neymiş, ben öyle sarı altın falan takmazmışım, gümüşlerim bana yetiyormuş… gibi.

Bana göre evlilik, iki kişi arasında gerçekleşmesi gereken bir şey. ‘Elalem ne der?’, ya da birileri eğlensin diye yapılan bir eylem değildir. Bu görüşümü her dillendirdim yerde ‘ama onların ilk heyecanları, heveslerini almaları lazım’ sözleri ile kandırılmaya çalışıyorum. Ben ‘yapmayacağım’ diye ısrarla bir şeyler söylerken de ‘git bunları bloğunda yaz, er ya da geç sen bunları yapacaksın’ diye tehdit ediliyorum.

Efendim, ben 28 yaşındayım. Dediğim dedik birisiyim. Bunca zaman evlenmeyeceğim diye tutturan bendeniz evleneceğim. Elbette benim istediğim olacak. O eve yün yorgan sokulmayacak, düğünde çalgı olmayacak, gelinlik sade ve kısa olacak, nişan alışverişi falan gerçekleşmeyecek… Ve o gün düğünde üç saatten fazla kalınmayacak….

Not: Git bunları blogunda yaz diyenlere ithaf olunur. İşte yazdım … :)