31 Aralık 2011

Dünyayı kurtaran kadın...



Çok değil, birkaç yıl önceydi.Ben dünyayı kurtaracaktım…

Sonra birdenbire her şey altüst oldu.

Şu bisiklet gibi. Kullanılmış ve atılmış hissediyordum ruhumu. Kendimi işe yaramaz birisine benzetiyordum. Yavaş yavaş buna inanmaya başlamışken, dostlarımın desteği ile kendime geldim.

Sonra…

Sonra hayallerimi bıraktığım yerden aldım. Araya zaman girdi, heyecanımın dozu zaman zaman düşüşler gösterdi, üretmekten değil belki ama düşünmekten hiçbir zaman vazgeçmedim… Ben kendim için yapamayacağım şeyi yaptım, hayallerimi tamir ettim. Bu çocukların ‘özgürlük’ hevesi taşıdıkları gibi.



Şimdi…

Şimdi, bulunduğum yerden baktığımda kırımızı tişörtlü çocuğun bisikletine bindiği ilk günün heyecanını taşıdığımı hissediyorum.

Hayallerim bıraktığım yerde değiller. Ruhum daha bir güven veriyor bana. Önümüzdeki yıla dair hayallerim var.



Misal, şu çocuğun kırmızısı, mavisi beni çok heyecanlandırıyor. Bugün ki ben için değil de, çocuk kalan ben için artık harekete geçiyorum…

2012 yılının hayallerin gerçekleştirildiği bir yıl olmasını diliyorum. Ben bu yıl dünyayı kurtaracağım, inanıyorum…

Kırımızı papuçlu gazeteci gelin...



Düğün öncesi çok üfürdüm biliyorum. Yok efendim ben öyle çalgılı çengili düğün yapmam, yok efendim gelinliğim kısa olacak, yok efendim ayağıma topuklu ayakkabı kesinlikle geçirmeyeceğim diye.

Peki ne oldu?

Aile eşrafının kararı ile düğün yapılmasına karar verildi. Hava şartlarından dolayı açık bir yerde yapılamayacağı için ve kesinlikle(!) nikah fikrine sıcak bakmadıkları için bir düğün salonu bulundu. Benim ‘yuvarlak masa’ takıntım da göz önünde bulundurularak salonu yuvarlak masalarla bezeli bir salon da tutuldu. Kuru pasta limonata tadında, çalgılı çengili (salonun sahnesi insan boyunu geçiyor, çok çirkin) bir düğün yapılmasına karar verildi.

Gelinlik derseniz, kısa olsun hatta gelinlik hiç olmasın be kot tişörtle de gider düğün yaparım diyen bana inat yine aile eşrafının istediği oldu. Elaleme ne deriz sıkıntısı ağır basınca gelinlikçinin yolu tutuldu. Kardeşten kalma bir gece elbisesi model olarak önerildi, üzerinde birkaç değişiklik yapılarak modele karar verildi.



Söz konusu damat 1.92 boyunda olunca ve gelin de 1.58’lik boyu ile damadın koltuk altı hizasına gelince ayakkabı için de bir seçim yapmak gerekti. İnce topuk giyilemediği gerçeği göz önünde bulundurularak girilen ilk ayakkabıcıda platform ayakkabı denenerek alındı. Rengi konusunda ise kırımızı olması ısrarla istendi.

şimdi ben bu kırmızı ayakkabılarla bugün gelinlik provasına gideceğim. Düğünde de konsmatris havasında masaları gezeceğim. Oynamaktan nefret eden bünyem, düğünde şayet birkaç duble bir şey yuvarlarsa ancak sahneye kendisini atacağından pek bir meshudum. Ben hala bir doğa olayının yaşanmasını ve düğün yerine nikahla kurtulmayı umuyorum.



Ha bir de düğünde çalınacak şarkıların Türk Halk Müziği’nin ‘oynak’ havalarından olmasını istiyorum. Eğer varsa aklınızda bana birkaç parça lütfen söyleyin. Şayet orkestra ‘Angaranın kızları da büklüm büklüm yolları’ diye bir şey çalarsa, o sahneye atlar onların saçlarını başlarını yolarım. Benim düğünün böyle bitmesini istemezsiniz değil mi:)?

27 Aralık 2011

Bugün benim şanslı günüm...



Az önce ofisin zili çaldı. Bizim apartmanın yöneticisi bize takmış bir kere, kapılar artık ‘kim o’ denilerek açılıyor. (Gazeteye her gün binlerce kişinin girip çıktığını iddia ediyor da kendisi. Yani apartmanın huzurunu bozuyoruz) Her neyse, abla açmaya gitti kapıyı. Kim gelmiş dedim. ‘Posta dedi galiba’ diye yanıt verdi. Evet gelen postacıymış. Hemen baktım PTT’mi diye, evet oydu. (sanki başka postacı varmış gibi) Ofisten bir arkadaşa kredi kartı faturasını getirmiş. Bana yok mu dedim, yok dedi. Baktım bir dosya var, üzerinde de ‘Leylak Dalı’ yazıyor. Abi dedim sen var ya sen, ver hemen paketimi o benim.

Aldım paketimi. Geçen hafta ‘keşke ben de kart atma etkinliğine katılsaydım’ dediğim Leylak Dalı ‘adresini ver ben de sana göndereyim’ demişti. Hemen kabul etmiştim. Bekle bekle gelmemişti kartım, her gün posta kutusuna bakıyordum.



Meğer kargom ağırmış, yanında bir kitap bir de dünyalara değer bir şans parası varmış. Ben Seyhan’ın kitabı gelsin de öyle tanıtayım kitaplarımı derken Leylak Dalı’nın da hediyesi çıktı. Sunay Akın’dan ‘Tuncay Terzihanesi’ adlı kitabı. Sunay Akın’ın yıllar önce bir kitabını okumuştum. Adını anımsamıyorum şimdi ama çok zevkli ve öğreticiydi. Bu kitabın da öyle olduğunu düşünüyorum ve tekrardan Leylak Dalı’na teşekkür ediyorum… Çok mutluyum çok :)

İşte hediye(!) kitaplarım...



Geçtiğimiz haftalarda başlattığım ‘kumbara’ kampanyasını okuyanlar bilir. Okumamış olanları şöyle buraya davet edeyim. Neyse efendim, o kampanya kitap almak için başlatılmış olup amacına ulaşmadı. Ama beraberinde çok güzel hediyelere sahip olmamı sağladı.

Sizi sürekli oraya buraya sürükleyeceğim ama olsun. İlk hediyemi de şurada yazmıştım. Bir daha yinelemenin anlamı yok diye düşünüyorum. Siz oradan okuyadurun ben size yeni cicilerimi tanıtayım efendim…

İlk kitabımız Kelebek. Henri Charriere tarafından 1968 yılında yayımlanan ve yazarının başından geçenleri anlatan otobiyografik roman olan Kelebek ile tanışıklığım Ankara’da İmge Kitapevi yıllarıma dayanır. Almayı ertelediğim kitaplardandı. Ofis arkadaşımın hediyesi olarak kitaplığıma eklendi. Okuyunca fikrimi de yazacağım. Çevirisi sadece E Yayınları’nda olduğu için başka bir yayınevinden alma şansım olmadı. Benim çeviri kitaplarda yayınevi takıntım vardır maalesef. Umuyorum bu çevirisi güzeldir. Okuyup göreceğiz…

İkinci kitabım ise Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabı. Filmi çıktığında merak etmiş, önce kitabını okumak istediğim için filmine gitmemiştim. Bunu da Kelebek adlı romanı alan ofis arkadaşım hediye etti. Ya da ben zorla aldırdım, bilmiyorum. Ama hediye demek daha hoş geliyor kulağa…



Özen Yula ile de yeni tanıştım. Gizli Aşk bu adlı kitabını bir blogda okumuş akabinde edinip yutar gibi bitirmiş ve çok beğenmiştim. Dili ve anlatımı çok güzel bir yazar Özen Yula. Madem canım bana kitap alacak ben de ismi güzel geldiği için ‘Arızalı Kalpler’i alayım dedim. Nasıl bir hikaye var içinde merak ediyorum. Ama ikinci Özen Yula okumamda hayal kırıklığına uğramayacağımı düşünüyorum.

Gönlümü fetheden, şarkıları kadar yazı dili de güçlü olan Hüsnü Arkan’dan da bir kitap hediye geldi. Mino’nun Siyah Gülü’nden sonra beni Uyku’da neler bekliyor bilmiyorum. Bu kitabı da içeriğini okumadan aldım. Şansıma bırakıyorum. Canım sevgilime de teşekkür ediyorum.

Ve Tezer Özlü. Benim ilk okumam olacak bu da, Tezer Özlü ile tanışacağım. Neden bilmiyorum ama çok heyecanlıyım. Güçlü bir kadın olmasından kaynaklı da olabilir bilmiyorum ama daha kitabını okumadan keşke hayatta olsaydı da daha çok yazsaydı diye düşünüyorum. Çocukluğun Soğuk Geceleri ile başlayacağım. Eğer başka tavsiyeleriniz de varsa alabilirim.

Yeraltı edebiyatı dizisinden Chuck Palahniuk’ın Ölüm Pornosu adlı kitabı da yine ofis arkadaşımdan hediye. Bir ara toplatılması için dava açılmıştı hatta çevirmeni bile soruşturmaya girmişti diye anımsıyorum. Sonucu ne oldu bilmiyorum ama sırf bu yüzden ‘kitaplığımda olması gerekiyor’ dediklerimden di. Sonunda benim oldu. Bir arkadaşım da okumam için önermişti, okuyunca bunu da paylaşacağım….



İşte son kitabım, Necati Cumalı’nın ‘Ay Büyürken Uyuyamam’. Blogda bahsetmiştim sanırım, Seyhan almaya aday oldu, ben de yok demedim. Dün içinde güzel bir mektupla elime ulaştı. Yanında bir de şuradaki pastadan istemiştim, göndermemiş. Üstüne bir de bana ‘elini veren kolunu da kaptırır diye buna mı demişler?’ diye yorum yapmış utanmadan. Neyse ben bir şey demiyorum, yorumu size bırakıyorum:)

Ben yeni yıla yeni kitaplarımla gidiyorum. Tuba Çandar’ın yazdığı 650 sayfalık Hrant adlı kitabı henüz bitiremedim. 200 sayfam kaldı yanılmıyorsam. Onu bitirdikten sonra Tezer Özlü’den başlayacağım. Sonrasında filmi kaçırmamak için Ay Büyürken uyuyamam adlı kitabı elime alacağım. Ondan sonrası benim ruh halime bakıyor. Okudukça buradan sizinle de paylaşacağım.

Benden bu kadar. Biraz uzun oldu biliyorum ama o kadar zamandan sora yazılan post da böyle olur diyip sıyrılacağım.

NOT: Fotoğrafları dün gece evde çektim. Boşalan kitaplığımın bir rafını kullandım. Aksesuar olarak da Ayci’nin bayıldığı fotoğraf makineli saatimi kullandım. Yok amacım kıskandırmak değil canım, sadece görüntü olsun istedim:)

17 Aralık 2011

Sevda ve ölüm üzerine...

...

Sevda kırımızı şarap rengindedir
Ateşli ve ıslak.
Ölüm ise karadır,
Sessiz ama içten içe çığlık dolu.
Çoraktır ölüm
İç Anadolu’nun kurak toprağı gibi,
Gözyaşlarıyla ıslanır
Kırkikindi yağmurlarının toprağı ıslattığı gibi…

* Yıllar önce üniversitede iken Attila İlhan için yazdığınm ve Aydın Doğan Genç İletişimciler Yarışması'nda ikincilik aldığım radyo programının girişi. Aklıma geldi paylaşayım istedim.

12 Aralık 2011

Muradıma erdim...



Bugün yeni bir kitaba daha sahip oldum. Bizim kuruma başladığı günden beri her fırsatta başının etini yediğim arkadaşım sonunda bana Hakan Günday’ın ‘Az’ adlı kitabını aldı. Muradıma erdim yani. Ama kolay olmadı, nasıl mı?

Daha ofise ilk geldiği günlerde, tanışıklığımız geçmişe dayansa da, evleneceğimi söyleyince bana inanmamış ve bir markanın çatal bıçak ve tencere takımını gösteren dergi sayfasının altına ‘Tamam kız sen evlen ben sana alıcam’ bunları diyerek imza atmıştı. Geçen gün o imzalı kağıdın yırtılarak unutulması karşılığında bana bu kitabı aldı.

Hrant Dink'in kitabı bitince hemen buna başlayacağım. Benim ilk Hakan Günday okumam olacak. merakla bekliyorum...


Bu arada bana bugünlerde ofise koyduğum kumbara nedeni ile ‘modern dilenci’ diyorlar. Alınıyor muyum? Hayır. Kitap almaya giden her yol mübahtır, hele ki ben alamıyorsam….

10 Aralık 2011

Sen benim canımsın...

Sığınağımsın sen benim. Bakma güçlü göründüğüme. Aslında çok kırılganım. Böyle zamanlarda hep camı örnek gösterirler ya, ondan da öte benimkisi. Çocukluğumdan kalan izleri bile silebilmiş değilim. Hala, yaşanan her kötü şeyde, o günleri körüklüyorum. Bakma sen, ben daha çocuğum. Unutamıyorum. Kötü şeyleri biriktiriyorum…

Ama sen var ya, sığınağımsın benim. Hep derdin, ‘sana sarılmak beni rahatlatıyor’ diye. Şimdi ben de öyleyim. Kollarında rahatlıyorum. Yanında çocuk oluyorum, görmüyorsun belki. Seni kaybetme korkusu ağır basınca, kendimi gizleyerek ağlıyorum.

Sen benim canımsın. Aldığım nefes kadar lazımsın bana. Yaşama sebebimsin benim. Ne muhteşem şeysin…

Sen hayatsın. Derler ya yeniden doğuyorum diye, ben de şimdi öyleyim. Seninle yeniden doğuyorum. Seninle kendimi tanıyorum. Seninle birlikteyken seni keşfediyorum. Bakma sert göründüğüme, aslında ben çok korkağım. Böyle gizliyorum kendimi.

Sen var ya, benim için olmazsa olmazsın…

* Desem ki

Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.

Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

Cahit Sıtkı Tarancı

*Orta okuldayken Türkçe öğretmenim okumuştu bu şiiri. Aşık olmuştum. Ne güzel anlatmış Cahit Sıtkı Tarancı. Ne güzel söylemiş üstad. Emeğine sağlık...

03 Aralık 2011

Kumbara fikrim...



Benim çocukken hiç kumbaram olmadı. Bir ara halamın bankada çalışan eşi tarafından robot bir kumbara getirilmişti bize ama erkek kardeşime verildi. Ben daha çok yaşadığım küçük ilçede Almanya’dan gelen kuzenimle birlikte ‘dahi’ fikirler ortaya atıp ‘garip’ şeyleri satarak paraya dönüştürürdüm küçükken.

Neyse efendim konuya geri dönelim. Hiç kumbaramın olmamasından doğan eksikliği dün akşam aklıma gelen ‘dahi’ fikirle sonlandırdım.

Biliyorsunuz kitap alma konusunda kotam var. Yeni kitaplar çıktıkça çırpınıp duruyorum. Alamadıkça böyle bir eksiklik hissediyorum kendimde. İdefix’teki sanal kitap fuarından kitap alamamak da beni ziyadesi ile geriyor.



Dün akşam işleri kolaylaştırdıktan sonra gazetelerin kültür sayfalarına daldım. Bir sitede Necati Cumalı’nın ‘Ay Büyürken Uyuyamam’ adlı kitabının sinemaya uyarlandığını okuyunca hemen şimşekler çaktı bende. Kitabın ismi de ilgimi çekince filmi izlemeden bir okuyayım istedim. Amacım ofisteki çalışma arkadaşlarımdan birisine hediye aldırtmaktı. Kredi kartı kullanmayan azınlıktan olan arkadaşım bana kitabın parasını uzattı. Kabul etmedim. O an aklıma bir kumbara yapıp kitaplarımı bu yolla almak geldi.

Şansıma haber müdürümün odasında kumbara için ideal bir kutu bulunca hemen para delikleri açılmak sureti ile fikrim hayata geçirildi. İlk parayı da sağolsun haber müdürüm attı.

Şimdilik içinde bozukluklar var. Fotoğraftaki 100 TL’lik banknot sizi yanıltmasın. Fotoğraf için kullanılıp akabinde kağıt para kısmından geri çekildi. Olsun, ben bozuk paralarla daha nice 100’leri devireceğimi düşünüyorum…

Nasıl fikir, süper değil mi… Ofise gelen misafir muhabir arkadaşlarımdan da bozuk paraları alırsam kütüphanemi ihya ederim diye düşünüyorum...

*Bu arada ofisin günlük söylemi 'bugün Gamze'nin kumbarası için ne yaptın?' sorusu oldu. Bu iş beni çok eğlendirdi...

02 Aralık 2011

Bugün ben...



Yazmayalı baya olmuş. Hoş ben ayları bulan ‘yazmama’ serüvenimi biliyorum ama neyse…

Bu aralar yine depresif modaydım. Paris’e gidip geldikten sonra karşılaştığım birkaç olumsuz haber beni Paris gezisini yazmaktan alıkoydu. Hoş yazacak bir şey de yok. Sadece çantamda Eyfel Kulesi ve Seine Nehri gezintisi ile geri döndüm. Tarihine dokusuna dokunamadan hem de. Ama Paris’i bir daha gidilecek yerler listeme ekledim.

Bu aralar haberler pek iç açıcı değil. Her gün internette öfkeyle okuyorum haberleri. Kadın cinayetlerine karşı yapabileceğim hiçbir şeyimin olmayışı canımı ziyadesi ile sıkarken Cem Garipoğlu davasının sonuçlarını da ağzım açık izliyorum. Ha bu arada minik yavrular ölüyor, Van’daki depremin izleri hala sürüyor, Hrant Dink davası ile ilgili gelişmeler de kalbime hançer sokulmuşcasına beni etkiliyor.

İşte bu yüzden bu aralar kendimde değilim. Yine bilindik ‘ben ne yapıyorum’ sorgulamalarının içinde sürükleniyorum. Okuduğum kitaplardan notlar eklemek isterken ya da yaşadığım bir anı burada paylaşmak isterken küt diye ‘kara’ bir haberle karşı karşıya kalıyorum, hevesim kaçıyor.

Güzel şeyler yapmak istiyorum bu ara ama evlilik hadisesi hazırlıkları sürerken pek başarılı olamıyorum. Haftaya mesela bir arkadaşımın hikayesini dinleyeceğim, sonrada onu yazıya dökeceğim(z). Bir roman planı, başlamak lazım gelir bir yerden diye düşünüyorum. Hayallerimi unuttuğumun farkındayım ama ‘neden ben de yapamayayım’ diye kendimi dinlerken bahaneler uydurup yoluma engel çıkarmanın da artık manasız olduğunu düşünüyorum.

Bir web sitesi planımız da var. Yazıldı, çildi notlar alındı ama daha vakit ayırıp sitenin yapımına gelinemedi. Göç yolda düzelir derler, şu evlilik tantanası bitsin ona da başlayacağım(z).

Bir de yine ‘tatil’ isteğimi dillendireyim. Bu yıl bölük pörçük tatiller yaptım ve iyiden iyiye tembelleştim. Eski beni aramıyor değilim. Hani şöyle tuttuğunu koparan, aklına koyduğunu yapan Gamze’yi. Onu da yakında bulacağımı umuyorum…


Not: Hrant Dink'in hayatını konu alan kitaba yeni başladım. Geçen yıl almıştım ama fırsatım olmamıştı okumaya. Bir yıl sonra nihayet. Hrant Dink öldürüldükten sonra çıkan kitabı 'İki Yakın Halk İki Uzak Komşu' adlı kitabını da okumuştum. Bu kitap ondan sonra özel hayatına giriş yapmak gibi olacak sanırım. Hüznümü, bugünümü anlatsın diye kitabından bir kare paylaşmak istedim...