30 Eylül 2010

Son günlerde kendimi...

Hem bu antika dükkanı kadar KARIŞIK



hem de şimdi bir pansiyon görevini üstlenmiş eski bir evde unutulmuş su kuyusu kadar ISSIZ, TERKEDİLMİŞ ve BOŞ hissediyorum.

26 Eylül 2010

O çocuğu festival öldürmedi ama beni bu zihniyet öldürecek!!!

Bugün aslında size önceki gün açılışı yapılan ve dün çok eğlendiğim October Fest’teki izlenimlerimi yazacaktım. Ama dün akşam meydana gelen ve bugün de hem bazı sivil toplum kuruluşları ile siyasi partileri ‘yersiz’ ve ‘anlamsız’ bir şekilde ayaklandıran ‘ölüm’ haberi yüzünden ‘izlenimlerimi’ şimdilik erteleyeceğim…

Efendim, dün akşamüzeri bizim polis adliye muhabirimiz için oldukça hareketli geçti. Bir anda hem kaza hem iki cinayet ve hem de bir ölüm haberi geldi. Hali ile o da morg, emniyet ve mahalleler arasında mekik dokudu. Ölüm haberlerinden birisinin hikayesi ise October Fest’e dayanıyordu. Amerika’da üniversitede okuyan bir gencimiz birkaç gün önce ailesinin yanına gelmiş. Bu YETİŞKİN gencimiz arkadaşları ile soluğu festivalde almış. Efendim burada gencimiz içmiş de içmiş. Festival bittikten sonra eve de geçip arkadaşları ile içmeye devam etmiş. Sabah ise malum sonuç. Evdekiler bir arkadaşlarının morarmış cesedi ile karşılaşmışlar.

Öncelikle bu olay tamamen tatsız. Yani insanın tabir yerindeyse ‘bok yere’ ölmesi, hem de daha hayatının başındayken oldukça acı. Evet ölüm bir gerçek ama, kötü işte… Ailesine sabır diliyorum…

Ama burada beni bu yazıyı yazmama iten sebep bu kadar değil. Sebep anlamsız yere festivalin ve festivali yapan belediyenin suçlanması. Hem de tamamen saçma sapan sebeplerle. Yok efendim bu ne arsızlıkmış da böylesine bir festival yapılıyormuş, festival Türk kültürüne, ahlakına uymuyormuş, gençlerimiz kötü yola itiliyormuş…. Yok ya, demek gençler kötü yola itiliyor. Ulan madem gençlerle ilgileniyorsunuz, okullarda uyuşturucu satanları bulup vazgeçirsenize yaptıkları işten, tedavi ettirsenize, onları uyuşturucuya iten sebepleri bulup -hatta bulmanıza gerek yok ben de size söyleyebilirim, sebep ekonomi- onlara yardım etsenize. Ramazan ayında 5 yıldızlı otellerde kendi kendinizin karnını doyurup yemekten sonra yediklerinizin gazını osurarak çıkaracağınıza, oturduğunuz tahttan olaylara bakacağınıza, din din diyip dini kullanarak saçmalayacağınıza, aynanın karşısına geçin de bir bakın kendinize.

O çocuğu öldüren şey o festival değil. Alkol her yerde satılıyor. Her şeyin ‘aşırısı’ fazladır, bilmiyor musunuz yoksa. Hem otopsi sonuçlanmadan, çocuğun neden bu kadar içtiğini bilmeden, hem de yetişkin birisinin, kendi kararlarını verebilecek yaşta birisinin belki de sağlığı ile ilgili sorunu öteleyerek, belki de antibiyotik sonrası aldığı, belki de bilmeden abartarak, aşırıya kaçarak tükettiği alkol sonrası hayatından olmasını nasıl bağlarsınız festivale, belediyeye?
Sadece alkol müdür zararlı olan yoksa çocuklarınızın yanında fütursuzca içtiğiniz o sigaranın zararı yok mu?

Çok sinirliyim dostlar çok. Birisi telefonla arayıp bu konu ile ilgili bir mail gönderdiğini söyledi. Sinirlerime hakim olamayıp ‘saçmalamayın, sorun festival mi’ dedim sonra da sustum. Ben bu ülkenin, bu zihniyetin değişmesini istiyorum artık ya, değişmesini…

Not: Dün festivali düzenleyen alkol firmasının yetkilisi ile festival alanında sohbet ettik. 18 yaş altı olan ve elinde bira olan çocukları kovalarken masamıza da buyur ettik. İşim var, çocukların ellerinden içkileri alıyorum dedi. Festivale zarar gelmesini istemeyiz, çocuklara da diyerek ayrıldı yanımızdan…

24 Eylül 2010

Üzgünüm 'ben' biraz daha buralardasın...

Kahve fincanının içindeki baloncuklarla göz göze geldik az önce
Bana, daha önce farkına varmadığım birisini gösterir gibilerdi
Gözleri şiş, cildi yorgun, saçları dağınık
Bu ‘ben’in ta kendisiydi.

Uzun bir yolculuğa, dinlenmeye, eşle dostla uzun sohbetler edip gülmeye ve sanırım eski defterleri karıştırmaya ihtiyacım var. Mazoşist tarafım bir yana, eski anılar (anı dediğin zaten eskidir) beni kendime getiriyor. Durgun olan hayatımı ‘Bir zamanlar ben de heyecanlıymışım, canlıymışım’ dercesine renklendiriyor. Ya da yeni kararlar alıp yine yapmamak, ertelemek üzere yola çıkmamı sağlıyor. Sahi hep böyle yapıyorum ben, aldığım kararlar yaptığım planlar yolda kalıyor, ben ise ilerliyorum. Marş marş, ama nereye. Vallahi ben de bilmiyorum…. Her neyse…

Kısacası baloncukların gösterdiği ‘ben’in yenilenmeye ihtiyacı var. Buradan ‘kısa süreliğine yokum, tatile çıkıyorum. Tatil değil aslında yenilenmek için bir süreliğine uzaklaşıyorum’ yazmak isterdim ama üzgünüm, kendim için yani. Buralardayım. Sabah yataktan kalktıktan sonra uykusunu alamadığı için banyoya kadar yürümekte bile zorlanan ayaklarım, herhalde bu aralar beni uzaklara götüremeyecek kadar bezginler. Zamansız serzeniştlerimden birisini yaşıyorum yine. Kasım’a kadar buradayım, Aralık ayına göz kırparken de İstanbul semalarında sanırım…

23 Eylül 2010

Pavyon ışıklı AY

Yorucu bir gün yine, nöbetteyim. İş dönüşü 'ay'ı kestirdim gözüme. Ellerim titreye titreye çektim. Hiç bereceremem zaten makineyi sabit tutmayı. Bir pavyonun ışıkları 'ay'ı aydınlatıyordu. Çıktım kırılmış bir bahçe duvarının üstüne, bastım denlanşöre. Bir süre sonra pavyonun iki yiğidi geldi dikildi tepeme, ellerinde sigara, bir o yana bir bu yana yürümeye başladılar. Oralı olmadan çektim 'ay'ı ve panyon lambasını. Bilen bilir ya da bilmeyen şimdi öğrenebilir, en basit olaylarda bile başına bela alabilen birisiyim ben. Ama ne olduysa, herhalde çemkirmediğimden adamlara, ses etmediler. Beni ve makinamı rahat bıraktılar. Yoluma devam ettim...



Bir süre sonra elektrik tellerinin arasında baktı bana ay. Onu da ölümsüzleştirdim.




Birkaç 'ıssız şehir' fotoğrafı da çektim ama yüklemeyeceğim. Bunları da 'süper ötesi muhteşem fotoğraflar' oldukları için değil, sadece 'göstermek' istediğim için yükledi,m. Ben 'pavyon ışıklı ay'ı çok sevdim...

22 Eylül 2010

Esmerim biçim biçim, ölürüm esmer için :)

Bu hafta çok fena geçiyor çok. Öncelikle eğitim sayfam için gittiğim okul müdürü ile dalaştım. Tanıtımını yapmak için gittiğim eğitim kurumunun müdürü benimle ilgilenmedi. Fotoğraf için hem telefonda anlattığım hem de oraya gidince tekrarladığım ayarlamalar için kılını kıpırdatmadı. En son fotoğraf çekecek yer ararken başımda ne olduğunu bilmediğim bir kişi ile, andımızın okunduğunu ve okulun merdivenlerini üçer beşer indiğimi hatırlıyorum. Müdüre ‘Hocam ayarladınız mı çocukları?’ diye sorduğumda ‘Haa, hayır dur bakalım’ dediğini bir de. Delendim ama sustum…

Öğlen sıcağında ‘minicik çocuklara’ mikrofonsuz seslenerek sıraya sokmaya çalışan öğretmenlere, anlatmak istediklerimi anlamayan ve hiç yanımda durmayan okul müdürüne, çocukları sıcağın altında bekleten zihniyete ve bunun için beni suçlayan bakışlara sinir olarak, formatı saçma sapan olan ve gazeteye gitmeyen bir fotoğraf çektim. Çocuklar içeriye alınırken müdür yine ortalıkta yoktu, buldum. ‘Hocam öğretmenleri de çekecektik ya, neredeler ayarlamadınız mı?’ diye sordum ‘Haa, dur ayarlayayım’ dedi. Emin olun tüm şirinliğimi takınarak ve gülümseyerek yılışık bir şekilde ettiği haltı anlatmak için ‘Ama hocammmm, bugün benimle hiç ilgilenmediniz kiiii2 dedim. Yemedi, yemedi ki öğretmenleri de toplayamadı. En son bana ‘Neyse ya üç beş kişiyle çekinelim2 dediğini hatırlıyorum. Nevrim döndü, ‘Ben Milli Eğitim Müdürlüğü’nden izinli geliyorum. Okul tanıtımınızı yapacağım nve siz bana üç beş kişi diyorsunuz. Olmaz hocam’ dedim. Bana ne dedi biliyor musunuz… ‘O zaman yapmayalım, çocuk mu onlar (öğretmenler için diyor) kollarından tutup getireyim’. Bu sözlerin ardından benim ‘pessss’ diyip kıçımı dönüp gitmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Nitekim, arkamı döndüm ve gittim. Ama hırsımı alamadım, ne yaptım. Yolda ne olduğunu soran velilere ‘Okul müdürlerinin ne kadar savsak birisi olduğunu, ağacı bağlasalar bu okulu yönetebileceğini ancak bu müdürün bunu başaramayacak nitelikte olduğunu’ anlattım. Okkalı küfürler de ettim diş aralarımdan ama benden başka kimse duymadı….

Sonra mahalle muhtarı, randevusunun önceki gün olduğunu sanarak, randevu günümüzde bir toplantıya gitti. Randevu günü arayıp 'Yettim gari muhtar' dediğimde ise 'Dün değil miydi, nmiye gelmedin' dedi bana. Neyse dedim, ertesi gün sabah için randevu talep etttim. Olumlu yanıt verdi. Eee bunda ne var demeyin, dinleyin. Birkaç saat sonra muhtarın karısı (!) beni arayarak ‘Kızım muhtarın kulakları duymuyor, sana yarına randevu vermiş herhalde’ dedi. ‘Evet, yarın sabah görüşeceğiz’ dedim. ‘İptal edelim onu muhtarın kulağı duymuyor’ dedi. Delendim, inanın delendim. Ama hiçbir şey söyleyemedim çünkü bugün duyduğum ikinci iptal talebi idi bu. En can alıcısı bu olduğu için öne aldım. Öncesinde de sivil toplum sayfası için randevu aldığım dernek yçneticisi rabndevuyu iptal etmek istediğini dile getirdi. Başımdan aşağı dökülen kaynar suyun sıcaklığı ve öfkemi anlatmayayım size artık. Zar zor, güç bela, lnetler okuyarak yeni bir mahalle ve yeni bir sivil toplum kuruluşu ayarladım….

Amaaaaaa, bunların hepsini unutmamı sağlayacak bir şey oldu bugün. Yine ufak bir oyun oynadım kendi kendime. Süper gülüşlü esmer bir çocukcağza, çapkın bakışlı bir yakışıklıya ‘aşık’ oldum. Ay gönlüm boş, istediğime konarım hem. Bunda yadırganacak bir şey yok ki. Hem bekarım hem de canım sıkkın. Avunacak bir şeyler ararım. Heyttt, açılın….

Not: Esmer uşaklardan gittiğimi fark ettim. Hadi hayırlısı diyorum: )

20 Eylül 2010

Dayılar kızlarına, halalar amcalarına?!?! Ya da her neyse...

Son günlerde hatta son yıllarda ‘Kız halaya, erkek dayıya benzer’ genel kabulünü yıkarcasına dayıma benzemeye başladım. Son zamanlarda kendimi çok sık düşünürken yakalar oldum. Evde bulaşıkları makinaya yerleştirirken, çamaşır makinasından çamaşırları çıkarırken, uyurken, durup dururken ‘düşünüyorum’. Rodin’in ‘Düşünen Adam’ı gibiyim. Dayım da öyle keza. Oturur ve etrafındakilerden bir anda soyutlanır.

Ne düşünüyorsun diyecek olursanız, hemen anlatayım. Mesela bulunduğum yeri, buraya gelmek için kat ettiğim mesafeyi, harcadığım zamanı, geleceğimin olup olmayacağını, geçekten koşulsuz, şartsız aşık olup olamayacağımı, kendi evimde yaşayıp yaşayamayacağımı, nereye kadar gideceğimi, şimdi nerede olduğumu, insanların ne düşündüğünü, ‘gamze iyi ama…’ cümlesinin içinde yer alıp almadığımı, benim için nasıl bir ‘yarın’ hayal edildiğini, kitabımı yazıp yazamayacağımı, hatta harekete geçöip geçemeyeceğimi çok ama çok merak ediyorum. Sen kendine güveniyorsun diyorlar bana, işte orada yanılıyorlar. Bazen otururken güvenimi nerede kaybettiğimi de düşünüyorum.

Hatta bir fıkra var, anlatayım da hem durumuma açıklık getireyim hem de şu genel kabulü yıkayım.

Bir çiftin erkek çocukları olmuyormuş, hep kız hep kız. Adam da artık bıkmış usanmış. Kadının son hamileliğinde adam uzak bir yerdeymiş. Kadın doğum yapınca aramış. ‘Hanım demiş ne oldu?’ Kadın ürkek ‘Bey demiş, ağzı burnu aynı sen’. Yanıtını alamayan adam tekrarlamış, ‘Hanım anladık onu da ne oldu ne?’, ‘Bey bir görsen ayağı, kaşı gözü aynı sen’. Adam artık dayanamamış, ‘Yahu kadın söylesene ne oldu?’ ‘Bey demiş, alnı, burnu aynı sen ama orası da aynı ben!?!?’.

Hınzır



Dün, ilköğretim etkinlikleri kapsamında bir köy okulundaydık. Aslında birkaç köy gezdik ama ilk durağımızda bir haylaz ile karşılaştım, onu paylaşmak istedim. İlkokula başlamış bir bıcırık, protokolün önünden önce bir su aşırdı, objektiflere yakalanmadan hemde. O yetmedi, arkadaşları da susamış olacak ki, İstiklal Marşı okunurken yavaşca protokolün masasına yaklaştı, eli suların birisinde gözü de protokolde bir şişe daha su aşırdı. Ve hemen arkadaşının yanına koştu. Çok tatlıydı, hareketleri görülmeye değerdi. İstiklal Marşı sırasında bastım bir kare çıkar umudu ile, gökyüzü biraz patladı ama onun o halini yakalamış bulundum. Buyrun bakalım...

17 Eylül 2010

Müzedeki yakışıklı


Dün kendi kendime eğlenceli bir oyun oynadım. Müzenin kafesinde çalışan çocuğa aşık oldum. İtiraf etmeliyim ki çok da zevk aldım.

Dün bir iş için müzedeydim. Önce görüşeceğim kişinin yanına gittim. O arada birbirimizi gördük. Ona ‘birazdan geleceğim’ işareti çaktım, başıyla onayladı ben de işime döndüm. İşim bitince cafesine girdim müzenin. O birisi ile konuşuyordu. Cebindeki son parayı taksiye vermiş olan ben, ‘umarım bankamatik kartım sorun çıkarmaz’ diyerek kasaya yaklaştım. Bir kahve söyledim sonra onun yanına gittim. Ayak üstü sohbet ettik. “Burası güzel olmuş” dedim. O sevimli sevimli gülümsedi. Onunla konuştukça ben terledim, içimden ‘saçmalama kızım’ desem de yemedi. ‘Ben dışarıya çıkayım’ dedim, ‘sigara molası mı’ dedi elimdeki kahveyi göstererek, ‘yok’ dedim, ‘sigarayı bıraktım, hava sıcak burada’ diye ekledim. ‘Beni sen heyecanlandırdın ahmak, ya da ahmaklığıma ben heyecanlandım da terledim’ diyemedim. Dışarı çıktım, kahvemi içerken bir taraftan da bulabildiğim tüm camlara bakarak onu kestim. Evet evet arsızlık yaptım. Ama çok eğlendim. Ondan, müzeye dair bir sır öğrendim ve müzeden ayrıldım.

Ben dün bir oyun oynadım kendime. Ve aşkın ya da heyecanın ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırladım. Uzun zaman oldu da, unutmuşum….

14 Eylül 2010

Kendime küçük bir not. Unutmamak için...

‘O’ seni terk ettiğinde, birkaç damla soğuk gözyaşı döktün. Hatta neresiydi orası, hah bir çay bahçesi. Onun duvarına oturup sokaktan gelen geçene bakıp yüreğindeki boşluğa anlam vermeye çalışırken bir arkadaşını aradın.Telefonun diğer ucundan gelen ‘Neyin var?’ sorusuna ‘neyin’ olduğunu bilmediğinden cevap ararken, ısrarla zikredilen ‘Yanına geleyim’ teklifine itiraz ettin. Sen normalde ‘terk edildiğin’ zamanlar, ki bu zamanlar son yıllarda artmıştı, kendini eve kapatırdın. Kalabalıklaştığından beri yaşadığın alan, kendini dışarıya vurmaya başladın. O yüzden eve gitmek yerine dışarıda kalıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istedin, yapamadın. Bir taraftan ‘bunun olacağını biliyordun’ diyerek teselli ettin kendini o lanet olası duvarın üstünde. Sen soğuk gözyaşlarını dökerken herkes sana bakıyordu. Çünkü hırıltıya benzer bir ses çıkarıyordun. Kalbinle ağzın arasına sıkışan duyguların çıkmamaya direniyordu. Bir yandan bunlarla uğraşırken bir taraftan da ‘neden ben’ diye o aptal soruyu sordun. Bu soru seni kendine getirsin istedin. Olmadı. Terkedilmişliği yediremedin. Özledim de özledim diye ağlaşıp durdun. Sonra ne yaptın? Ertesi gün hayatı başka bir erkeğin dudaklarında aradın. Şimdi bana hikaye anlatma ‘özledim’ diye. Sakın ola ki hayaller kurma ‘bana dönecek’ diye. Bunu sana ‘O’ yapmış olsaydı, sen onu terk ettiğin halde hem de, ağzına sıçardın. Oysa sen gidip hemen başka bir erkeğin kollarına atıldın. Bana ‘ben duygusal kadınım, sevmeden asla sevişmem’ masalları da okuma. Sen de onlardansın, insansın, yavşaksın, duygusal bir köpeksin. Unutma, sen de terk edildiğin kadar terk edenlerdensin. Zalim ve duygusuzsun. Sen hem her şeysin, hem hiç. Hem burun kıvırdıklarındansın, hem de burun kıvrılanlardan. ‘Sen’ de ‘O’nlardansın…

13 Eylül 2010

Eyy aşk neredesin?




Bu filmi izledim az önce. Esasında bir aşk filmi değil. Ama aşka susamış her insan bu filmin bir 'aşk' filmi olduğunu iddia edebilir, edemese de düşünebilir. Ben sanırım düşünenlerdenim:) Aşka susadım ben ya. Heyecan istiyorum heyecan. Böyle kanım sıcak aksın, midem ağırsın, kalbim sıkışacak gibi olsun istiyorum. Hey hayat çok şey mi bekliyorum??? Mesela Tayanç gibi birisi hiç fena olmaz ;)

Ben şimdi bir de buna takarım

Sonucu zaten herkes biliyor. Fazla söze gerek yok. Bugün sessizlik hakim burada. Aman bozulmasın da. Yorgunum, uykum var. Evde anne ile baba yok. Bunu nasıl değerlendiririm bilmiyorum:) Anacım değerlendirecek kimse de yok. Yok, eline şans geçer kimse olmaz, kimseler olur elinde şansın olmaz. Ne adaletsiz dünya canına yandığım!!! İsyan ediyorum ulen bu zamansızlıklara. Bir de 'neden ben neden ben' diye çığrınıyorum! Offff, ben şimdi buna takar dellenirim:)

12 Eylül 2010

Blog beni mi deniyor acaba?

Öğlene doğru belediye başkanının oy vereceği okula gittim fotoğraf çekmek için. Daha vardı gelmelerine. Birisini gözüme kestirdim bahçede bankta oturan. Gittim yanına oturdum bende. Makinamı çıkardım, hazırlıklarımı yaptım ne olur ne olmaz diye. Gazeteci misin diye sordu. Evet dedim. Hangisi diyince cevap verdim, ‘olmadı işte’ dedi. Ekmek parası abi dedim. Erzincanlıymış, Tercan’dan Dev Solcu imiş bir de eskiden. 18 defa yargılanmış, siyasetten. Gelip gidenleri sayıyordu en son. Bunlar evet bunlar hayırcı diye. Sohbet ettik, sonra da gitti yerine bir başkası geldi. O da bizim muhtarın eşiymiş. Önce evet der gibi konuştu, sonra hayıra döndü. Az sonra da hala kafasının karışık olduğunu söyledi. Benim de kafamı karıştırdı. Evet’ci mi Hayır’cı mı anlamadım.

Not: Bugün referandumla ilgili kusturacağım sizi. Heyyy duyan var mı beni :) Bu arada bu blog bugün yazdığım yazılara 11 Eylül tarihi atmış, nasıl neden bilmiyorum. Sinir oldum ama!!!

11 Eylül 2010

Portakal bahçeleri de gitti




Bu fotoğrafı dün çektim. Artık herkesin aşina olduğu karmakarışık bir kent kesiti. Orta okuldayken okuduğum okulun eskiden portakal bahçesi olduğunu söylediklerinde çok üzülmüştüm. Hoş şimdi bir meyve suyu şirketinin projesi ile meyve ağaçları dikiyorlar ama eskisi gibi olmayacak tabi. Şehir içinden çıkılmaz bir karmaşaya doğru gidiyor. Fasulyelerin topraktan çıkışını izleyerek büyüyen birisi olarak bu hiç hoşuma gitmiyor...

Sonunda ben de o lafı ettim

Ayyyyy, itiraf ediyorum ben de yaptım...

Sabah evimin karşısında bulunan okula oy vermek için girdim...

Oyunu verip çıkanların yüzlerini görmek valla çok şeye değerdi...

Neyse, anlatacaklarım bunlar değil.

Ben de oyumu kullandım.

Ama çok heyecanlandım...

referandum süreci boyunca 'hayır' ve 'evet'leri itina ile kullanan siyasilerle dalga geçtim...

Peki ben ne yaptım?

Oyumu kutuya atarken "hadi hayırlara vesile olsun" dedim. Sandık görevlisinden birisi güldü diğer somurttu. Birisinin hoşuna gitmedi. O değil de, bu laf benim ağzımdan nasıl çıktı ya:)

O insanlara...

Bazı şeylerin sadece o gün, mesela ölüm gününde, doğum gününde, hatırlanmasından hoşlanmıyorum. ama işin içine gittikçe silikleşen insan hafızasını ekleyince de kızamıyorum. Mesela ben, hayatım boyunca kimsenin doğum gününü doğru düzgün hatırlamadım. Bazı özel günleri ise bende bıraktıkları etki nedeni işle birkaç yıl hafızamda saklı tuttum, sonrada sildim. Bunları niye mi yazdım…

Bu sabah orta okuldan çocukluk arkadaşımı gördüm dolmuşla geçerken. En son ‘haftaya görüşelim ararım seni’ demiş aramayı unutmuşum. Onu görünce aklıma geldi. Geçenlerde gördüğümde ‘Bugünlerde doğum günü olacaktı onun, eve gidince defterime baakyım2 diye geçirmiştim, bugün de aynı şeyi aklımdan geçirdim. Hatta o gün aklımdan geçen şeyi hemen unuttuğum için de kızdım kendime.

Az önce bir gazetede Hrant Dink için hazırlanan bir sayfayı gördüm. Sabah ne gariptir onu konuştuk, hem de yersiz ve alakasız bir yerde. İşte az önce de böyle bir tesadüf geldi önüme. Bazen ileride çok yalnızlaşacağımı düşünüyorum. Sadece kendimle kalacağımdan mesela. Aslında şimdilik bu fikir bana çok kötü gelmiyor, kendimle birlikteyim ama ileride. Ne bileyim. Yani bana Hrant Dink’i unutmak, yok yok unutmak demeyelim, onun öldürüldüğünü unutmak hiç iyi gelmedi. Bugün dedim, bir kitabında, basılamayan o kitabında, öldükten sonra basılan o kitabında, bazı bazı Ermeni milliyetçiliği söylemleri vardı, sezdim, sezmişler de. Ama bunlar birisini öldürmek için sebep değil dedim. Yüzümün önüne geldi cenazesi. Rakamlarla aram yoktur, karınca gibiydi insanlar. Çokluğunu ancak böyle anlatabilirim. İnanılmaz hastaydım, sancılıydım, zor yürüyordum, gittim gidebildiğim yere kadar. Ne kalabalıktı, çok hem de çok. Herkes ‘sebepsiz, anlamsız, saçma’ bir cinayete lanet okumaya gelmişti. Ben de…

Bunları niye yazdım, aklıma gelmişken unutmadığımı belirtmek için. Biraz bölük pörçük oldu ama…Dostlarımı zaman zaman, yok sık sık unutuyorum. Affedin bugünlerde biraz kendimleyim. Az sonra döneceğim ama, az sonra… Ben sizin bıraktığınız yerde olacağım hep olduğum gibi, siz de benim bıraktığım yerde…


Not: Ben Hrant Dink ile yüz yüzehiç tanışmadım. Bir gün Radikal’de Yıldırım Türker’in köşe yazısında okumuştum bir sözünü. Şöyle diyordu, “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır” Aldım bunu mail adresimin imza köşesine yapıştırdım, altına da adını yazdım Hrant’ın. Bunları niye mi yazdım? Bazen insanları tanımak gerekmiyor acılarına ortak olmak için. Aynı pencereden bakmak dünyaya, aynı şeylere ağlamak bile yetiyor. İşte ben bu yüzden tanımadığım o insanları da dostlarımı da çok seviyorum.

Ucu kırık iki kelam

"Hücremdeyim, hasretinle yanarım
senin için her gün, her gün ağlarım..."

Ne güzel söylemiş...

Ha bir de;

"Yaktın ciğeriğimi yaktın
Yapma sevdiğim"

Offfff, arabeskim bugün.

Fenayım, hem de çok...

09 Eylül 2010

Nasıl bir başlık atılır ki şimdi buraya?!? Bilemedim

Çok mu çabuk pes ediyorum bilmiyorum. Ama gerçekten çok yoruldum. Referandum sürecinin ramazan ayına denk gelmesi hiç iyi olmadı. Zira Ankara’dan kalkan soluğu burada iftarda aldı. iftarın ana konusu ise referandum oldu. Hayırcıların konuşurken ‘evet’ , ‘evet’cilerin de konuşurken ‘hayır’ dememeye dikkat etmeleri görülmeye değerdi. Onlar böyle bir yarışın içindeyken biz ellerimizde laptoplar koştuk durduk peşlerinde. Ne oldu? Bilmiyorum. Ama inanın ben sizden daha çok merak ediyorum referandum soncunu. Pazar günü çalışacağız, heyecanla bekleyeceğim. Tabi sonrasında da genel seçim çalışmaları başlayacak. Bu yıl anlayacağınız beni benden alacak… İnanın şu sıkışıklığa bir aşk sığdıramazsam yaşlanıp öleceğim. Kasım da aşk başkaymış, Kasım’ı beklemekteyim… Kasım’ı değil, aylardan Kasım’ı :)

Uzun zamandır yazamıyorum buraya. Gerçekten yorulmuşum. Hem zaman bulamadım hem de asabiyet timsaliydim bir süredir. Çemkirip durdum insanlara. O arada da kafamı toparlayıp giremedim bloglara. Oysa çok susamış bir insan nasıl su içerse kana kana, ben de öyle okuyordum blogları. Hem kafam dağılıyordu hem de bir şeyler üretmek, üretenleri görmek hoşuma gidiyordu. Ama olmadı işte, affola…
Geçen haftalarda çok şey yaşandı. Yazamadım. Hem biliyor musunuz, ben bir zamanlar günlük tutardım, hep olumsuzlukları yazardım içine. Yaşadığım olumlu şeylerin tadını çıkardığımdan herhalde. Burası da öyle oldu sanki. Ama şimdi kısa birer demet sunacağım sizlere…

Kısa kısa...

Rejime başladım ya ben. Ama bir türlü spor yapamadım. Bu arada bugün iki tane baklava yedim, hoooppp. Ama niye yedim sorun bi, sorun bi. Sabah uyandım, dün gece İstanbul’dan misafirlerimiz gelmişti. Bayramın ruhuna aykırı olarak geç kalktım, ya da uyuyabildiğim kadar uyudum. Zaten erken uyansam bile heyecanla giyineceğim bayramlıklarım yoktu benim. Sonra bişiler yedim, ev berbattı. Herkes gitmişti bi ben kalmıştım. Evi dipten bucaktan temizledim, öldüm öldüm. Hem o ara şekerim düştü, bakın dikkat edin, dolaptaki çikolatalara dokunmadım bile. Baklavaları yedikten sonra da pişmanlık duydum zaten. Ama yedim işte itiraf ediyorum.

Şu referandum programlarından yoğundum dedim ya. En son Kılıçdaroğlu’nu takip ettim. Sonra da tatilime girdim zaten. Ama o gün öldüm öldüm. Birinci sebebini birazdan anlatacağım ama ikincisi beni mahvetti. Şimdi takip ederken o zatı, bir yandan da haber geçmek gerekiyor ve ben araba yürüyorken haber yazamıyorum. Miğdem ağzıma geliyor resmen. O gün ben bembeyaz bir suratla günü tamamladım. Öldüm öldüm bittim. Her seferinde ‘bir daha ki sefere bulantı hapı alacağım’ diyorum ama unutuyorum. Ama bu işi yapacaksam buna bir çare bulmam lazım. Bizim kaptan bir damla benzin yut önerisinde bulundu. İğğğğğ, miğde bulandırıcı bir tavsiye. Ya bu arada aklıma geldi. Biliyor musunuz ben çocukken banyo yaparken de banyoda miğdem bulanırdı. İlginç. Hala bir tomar kıl yutmuşum gibi anımsıyorum o günü….

Kılıçdaroğlu’nu takip için yola çıktığımızda da daha ilk adımda ölümden döndük resmen. Bizim ofis son derece modern (!) bir binanın 4. Katında. 3’ten 2’ye inerken asansör kırıldı. Evet yanlış duymadınız, kapısı yamuldu ve sıvaları döküldü. Asansör sıkıştı. Eğer sıkışmasaydı ve biz yere düşseydik şimdi ben yoktum. Ve bu asansör bir gün önce onarılmıştı. Yok yok bizim ofisin duvarlarından kışın yağmur yağınca suların ofisin içine aktığını söylemiycem. Ha bir de şu teknoloji harikası hareket sensörlü ışıkların önünde kendinizi paralayınca yandığını da. Yok yok söylemiycem bende kalsın…

Ha bir de ben geçen hafta bol bol küfür ettim. Rahatladım, ohhhh. Arabayı hızlı kullandılar bastım küfürü, küfür etmem kzıdılar bastım küfürü, saçmaladılar bastım küfürü bastım küfürü. Olmayacak şeylere de bastım küfürü. Bastım ve rahatladım…

01 Eylül 2010

Özgünlük istiyorum derken...



Geçen kış sürekli bir bara giderdik, yok yok ondan önceki kış. (Yaşlandım). İçer ve o berbat müziği dinlerdik. Bir süre sonra baktım ki bu adamlar Serdar Ortaç gibi kendilerini tekrarlıyorlar. Aslında kendilerini değil de nasıl derler, başkalarının parçalarını ve müziklerini kötü bir şekilde taklit ediyorlar. Özgünlük istiyorum diye çırpınırken arkadaşım bana şunu gönderdi. Süper, beğendim hatta canlandım ve renklendim. Siz de dinleyin…