25 Aralık 2009

Kendi-me

Kalbim gerçekten artık taşıyamıyor bu yükü...

Her gün biraz daha ıslanıyor,

Her gün biraz daha ağırlaşıyor göz yaşlarımla...

Beni affet, kendimi kandıramıyorum...

15 Aralık 2009

Kırık dökük...


Duygularının yoğunlaştığı an, gitmekle kalmak arasında sıkıştığı an insan, derin bir nefes alıp başka şeyler düşününce fikirlerini tartıp ‘doğru’ kararı verebiliyor. Ama ben öyle yapanlardan değilim işte. Nefes almaya vaktim yokmuş gibi sonuca doğru hızla koşturuyorum. konuşmaya fırsat bulduğum vakit kesik kesik çıkıyor kelimeler ağzımdan ve susmakla susmamak arasında açılan dudaklarımdan yere döküyorum kelimeleri. Sonra onları toplayıp eline veriyorum sahibinin. İşte ben böyle bir hayatın böyle hikayelerin sahibiyim…

Pişman mıyım? Bilmiyorum. İtiraf ediyorum, bazen hüzünleniyorum. Kendimi nasıl hissettiğimi tarif edemeyeceğim haller içine giriyorum. Bazen kendime kızıyorum, bazen kendimi küçülmüş hissediyorum. Bilmiyorum işte, her defasında, her sonrasında garip haller içinde debelenirken buluyorum kendimi….

Şimdi zaman zaman monitörün altında duran taşa gözümü dikiyorum. Bazen elime alıp okşuyorum, içinden ‘o’ çıkacakmış gibi. Taşı bana verirken anlattığı hikayenin gerçek mi olduğunu hala bilmiyorum. Son görüşmemizde, ona dair güzel bir hatıra, benim için yapılmış güzel bir jesti hatırlamak adına ‘gerçek miydi hikaye’ diye sormuştum, evet demişti. Bana yaşatılan o gurur ile oyalanıyorum, öfkem artınca da taşı olduğu yere sahipsizmiş gibi bırakıyorum. Ama bir taraftan da hem ‘acaba’ diyorum. Yani biten her hikayenin ardından yinelediğim sözcükleri bir bir sıralıyorum..

Böyleyim işte, yani bir öyle bir böyle. Bu öfke patlamaları ile kaç aşk eskittim bilmiyorum. Ama bunlarla yaşamaya devam ediyorum. Söylediği gibi ‘daha iyisini’ buluncaya kadar pişmanlıklarımı, keşkelerimi, hüzünlerimi kendime hatırlatmaya devam ediyorum. Aslında, ben hikayelerden ders almayı bilmiyorum…

30 Kasım 2009

Test

Testlere ve sonuçlarına inanmam,

Hepsi bana göre yanlıdır.

Ama az önce test ettim kendimi,

Çok soru sormadım

Ve kadınların

Ne kadar aptal oldukları sonucunu çıkardım...

Bölük Pörçük (4)


Sana diyeceğim,
Çek git buralardan
Zira,
Artık ne sesini duymak
Ne de kokunu özlemek istiyorum…

…..

Nasıl olmuştu sahi en son? Terk etmişti kadını adam. Sonra özlemişti.. Yeniden, sil baştan başlamışlardı bir ara. Baktılar olmuyor, bitirmişlerdi. Erkeğin kadına son dönüşünde kadın çoktan dayamıştı sırtını bir başkasına, sonra bir başkasına, o da olmadı bir başkasına. Ve yine bildik son. Sahi, hepsi aynı olmak zorunda mıydı?

……

Ders almayı beceremedim,
Senden daha iyisini bulmayı da.
Keşkelerimin ardına düştüm yine,
Bir kere dokunmak için sana…

……

Her defasında küçüldü kadın, ne yaşadıklarından ders aldı ne de onlardan ders almak istedi. Gündelik ya da anlık heyecanların peşine düşmek değildi niyeti, sadece geleceğini planlayamıyordu. Ondandı sebepsiz kaçışları ya da ansızın sarılışları…

……

Göz yaşlarıma bahaneler uydurdum
Şehri terk etmek için kendimi kandırdım
Ağlayamayışıma ve gidemeyişime
Her defasında, beceriksizlime
Oturup birer kadeh kaldırdım

…....

Uyanmak için kışın bitmesini bekliyor kadın şimdi. Yazdan bir şey beklemiyordu aslında, kışa da adapte etmiş değil ya. Arada sırada küçük inanç kırıntıları serpilince yüreğine, yaza atıyor tarihini o kadar...

Acımasız zamanın hesabını yapamam
Kendime verip tutmadığım sözlerin hesabını tutamam
Bir gittiğim yola bakarım şimdi
Bir de hayal ettiğim geleceğe
Geleceğe giden yolda ise
Tekerrürlerim çalışır
Ve ben hep aynı cümleyi kurarım…

*Hayat'ıma, Hayyam'a...

Paramparça


Teker teker yüzler geçiyor gözümün önünden
Yüzlerini sıkı sıkıya saran örtüleri kaldırıyorum
Hepsi tanıdık.
Derinlerine inmeye çalışıyorum,
Hepsi dile geliyor.
Kalabalık sesler sarıyor etrafımı,
Hepsini duyuyorum ama anlayamıyorum,
Hepsinden birer cümle alıyorum
Birleştiriyorum
Ortaya bir ‘ben’ çıkıyor şimdi mi anlatan
Bir de gelecekteki ‘ben’i…
İşime gelenleri kaydediyorum,
Gelmeyenlere sırtımı dönüp gidiyorum…

Bir şey söylemek gerekirse şayet...


Uzun zamandır kendime faydam yok. Niye bilmiyorum, oturup düşünmedim de açıkcası. Bugünlerde bu da kronik hal almaya başladı bende. Düşünmüyorum, konuşmuyorum, ama oturup film izleyip zırıl zırıl sebebimi filme bağlayıp ağlamak istiyorum.

Kimileri buna depresyon belirtisi diyor. Bilmiyorum, illa bir sebebe bağlamak gerekiyorsa, yaşadığım şehir dar ve havası kirli, onu da geçtim trafiği berbat. Küçük bir şehrin içinde yürüyememek canımı sıkıyor diyebilirim. Daha çok sıralayabilirim size ama susuyorum. Yine her zaman olduğu gibi.

Odam kitaplarla dolu, o kadar çok aldım ki. Hala almak istiyorum. Akşam eve gidince 10 sayfa okuyabilirsem ne ala. Zira hemen uyumak istiyorum. Annem yatağımın üstündeki döşeğin üzerine bir şey daha koymuş, kaldırıp çarşafı bakmadım. Ama öyle yumuşak ki, içine gömülüyorum uyurken. Belki de bu cezp ediyor beni, hoş hala yastığımdan memnun değilim…

Kitaplar diyordum, Nazım Hikmet’in hayatını anlatan bir kitap. İmla hatalarıyla dolu orası beni deli ediyor ama okuyorum. Hoş ben de yapıyorum imla hatası ama bu bir kitap. Redakte sırasındada mı hiç kimse görmemiş ‘temmuz’ları? Bir keresinde Elias Canetti’nin körleşmesini okuyordum, ‘ya herrü ya merrü’ yazıyordu çeviride, kitabı çevirenden nefret ettim resmen. Neyse, öyle işte…

Ne yapmak istiyorum biliyor musun, yeşil bir örtünün üzerine yatıp akşama kadar gökyüzüne bakarak düşünmek. Ne düşüneceksin diye sorma. Ben de bilmiyorum. Hem çok şey hem hiçbir şey. Aklım o kadar karışık ki, niye onu da bilmiyorum. Düşünmedim işte. Ama gözlerimi dikip masmavi gökyüzüne, gece karanlık çökene ve yıldızlar çıkana kadar bakarsam, o bilmediklerimin yerini bildiklerim alacak. Ve işte ben o zaman cümlelerime niye bilmiyorum diye başlamayacağım….

Mesela, seni özledim derken nedenini de bileceğim. Ben bu adama sırılsıklam aşık oldum diyebileceğim ya da öyle bir anda geldi ki beni kendisine hapsetti. Ya da az önce dinlediğim şarkıda başka bir adamın kokusunun neden burnuma kadar gelip gözlerimi yaşarttığını açıklayabileceğim kendime. Şimdi neden İstanbul’da olmak istediğimi, Ahmet Ümit’in Konya’sında gezmek istediğimi ya da ‘geç kalmadığımı’n farkına varıp yeniden güzel bir başlangıç yapabileceğimi…

Öylesine bitkinim ki aslında, öylesine doluyum ki. Ben ağlarken kimsenin bana neden ağlıyorsun diye sormayacağı bir yerde olmak istiyorum şimdi. Gözlerimi kapatıp sadece havanın o kendine has türküsünü dinlemek ve hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum…

29 Kasım 2009

Ayrıntılar üzerine son deyiş

İşin kaba tarafını düşünmeyi bırakınca insan, şöyle bir sırtını dayayıp koltuğuna ya da başını gömüp yastığına ayrıntılar üzerine kafa yoruyor. Uzun uzun didikliyor her konuşmayı, nokta konulmamış her cümlenin ardını getirmeye çalışıyor. Keşkeleri tüketiyor, kurumaya yüz tutmuş göz pınarlarından son damlalarını akıta akıta, içindeki zehri çıkarır gibi, didikliyor hayatının onunla geçen son dakikalarını… Şimdi ben de öyle yapıyorum ama artık uzun cümleler kuramıyorum. Tek diyeceğim, neden bilmiyorum ama seni çok özledim…

03 Eylül 2009

ağır çekim aşk


kadın eli değmiş bir ev,

ve karanlık odada iki çıplak beden…

beceriksiz ve ürkek dokunuşlar,

'biz'siz fısıltılar,

‘seni seviyorum’suz sevişmeler,

ve karanlık bir sokak…

yabancı iki beden,

dumanı dertli bir iç çekiş

ve terk ediliş…

15 Ağustos 2009

Nedir ki?


Ölüm,

Kazma kürek sesi

Bir de kuru toprak kokusu.

Arapça bir melodi,

Anaç bir ağıt

Ve sessizlik...

11 Ağustos 2009

Kürt kızının imzası


Kürt kızlarının saçları çoktur,
Hayatın çektirdiklerine boyun eğebilsinler diye…
Dudaklarında hüzün, kaşlarının arasında ince çizgiler vardır
Zamanın götürdüklerini kanıtlayabilsinler diye…

24 Mart 2009

Yalın


Bir şehrin sabahında gezmek gibiydi seni sevmek;

Sessiz, çıplak, yalın ve yalansız...

20 Şubat 2009

Hayalci arkadaşlarım ve ben(Bir Cin Ali araklaması değildir)



Dün yine hayal kurma günüydü. Öğleden sonra başlayıp sabaha kadar hayal kurduk(m). Evet bu sefer hem yalnız değildim hem de uzun uzun hayal kuracağım bir şey oynamıştım; süper loto. Bir ara az kalsın kuponu yatırmayı unutuyordum ama neyse ki son anda kurduğum ‘hayal’ uyanmamı sağladı. Hayal ile başlayan hayal ile son buldu…
Aslında dün normal bir gün değildi. İşsiz oluşumun ilk günüydü. Ofise kalan eşyalarımı toplamaya gittim, sonra Duygu ile buluşup Hamit’e menemen yemeğe gittik. Hamit’e gitmek için durakta dolmuş beklerken ben bir kuponumu yatırayım dedim, hemen markete indim. Ama şansıma markette elektrikler yoktu. Duyguya bana anımsatmasını unutturmamasını tembihleyip bindim dolmuşa. Ama Hamit’lerde de bulaşıktı, yemek yapmaktı, çaydı derken ben koltukta uzanırken buldum kendimi. Bir taraftan çay içip bir taraftan da yemekteyiz programındaki adama ve yaptığı yemeklere bakıp ‘Ulan o malzemeler bizde olacak ki’ diyoruz. Menemen yemişiz ya herifin yaptığı bilmem ne danasının bilmem nesi bize değişik ve tadılması gereken bir şeymiş gibi geliyor. Neyse, o ara Duygu sıkıldım keşke film izleyebilseydik falan dedi. Ben o ara dalgın dalgın televizyona bakıyorum, yemeğin ağırlığı çökmüş zaten bir de erken kalkmışım, uyumakla uyumamak arasında gelip gidiyorum. Duygu film falan diyince ben kendimi hayal kurarken buldum yine. Hamit’in salonunda 37 ekran bir televizyon var, anteni de Türk usulü. Hatta Duygu’da el atıp biraz daha düzeltti biz gelince. Neyse ben içimden ‘Şuraya DVD alırız, büyük ekran bir de televizyon izleriz’ diyordum ki hemen ayakladım. Ya dedim ben kuponu yatırmadım saat kaç? Saat sanırım 5 e çeyrek vardı ve sanırım saat 5’te bitiyordu kupon yatırma işi. Nasıl kalktım, o yağmurda sokağa kendimi nasıl attım bilmiyorum.
Islanmaktan aslında nefret ederim, çıktım dışarı yağmur var ama ben takmıyorum. Açtım şemsiyeyi, bir bayiye girerken gördüm telleri kendiden geçmiş. Kapattım hemen, kapşonumu başıma geçirip önüme gelen bayiye kupon yatırıp yatıramayacağımı sordum. Kupunu yatırmadığımı anımsamam gibi yatırma olayım d maceralı geçti. Kupon alıp almadığını sorduğum bir bayi bana ‘Yok abla biz topu kaldırdık’ dedi mesela. İyi etmişsin abi dedim içimden, ben ne yapacağım şimdi diye de ekledim. Şarabını sevdiğim bir bayi var, Hamit oraya git demişti (ben böyle şarabını seviyorum yok bira içiyorum falan diyorum ama sanmayın ben alkoliğim, alakam yok valla), gittim. Orda da yatırılmıyormuş ama hemen yanında kupon alan bir yer varmış. Oh diyip attım kendimi büfenin önüne. Bir adam vardı önümde bir şeyin sonuçlarını istiyordu. O sonuç diyince benim kalp atışlarım hızlandı. ‘ Ne çekildi m, ne zaman niye ya’ diye ardı arkası kesilmeyen soruları büfedeki kadına sorarken buldum kendimi. Kadın güldü tabi, siz ne yatıracaktınız dedi. İşin komiği ben daha ne yatıracağımı bilmiyorum. Şans topu ile süper loto arasında gidip geldim kuponu çıkarana kadar. Çıkardım, yok dedi daha çekilmedi, 8 den sonra. Bir oh çekip kuponu yatırması için uzattım. Sonra da 6 verip 20 bin kazana(N)cak birisinin haklı gururu ile eve gittim.
Gün böyle bitmedi ama. Eve girince hep birlikte hayal kurmaya başladık. Kuponu yatırmadığımı nasıl anımsadığımı da paylaştım onlarla. Tabi onlar da hemen yeni şeyler eklediler benim DVD hayalinin üstüne. Ama o kadarla da kalmadık. O yağmurda sırılsıklam olma pahasına çay içmeye gittik. Bizim çay ile başlayan ama sonu bir barda biten yolculuklarımızdan bir tanesiydi tabi. Ben 14 Şubat’taki kusma olayından sonra alkole ‘tövbe’ demişim, o yüzden dayandım kahveye. İkisi devam ettiler biralarını tokuşturmaya. Muhabbet, kuruma çabası ile arada devam ediyoruz hayal kurmaya. Anımsıyorum, alkol almamıştım ama zengin olamamanın üzüntü ile sümen altı etmiştim hayalleri, bir ara Kaleiçi’nden ev aldık, ben İstanbul’daki dubleks ev-işyeri projemi anlattım onlara. Sonra ajansından yayınevine, oradan gazetesine kadar her şeyi içine alan bir LTD.ŞTİ kurduk. Kuruyoruz habire ve iyi şeyler yapıyoruz. Piyasayı silip süpürüyoruz, iyi de ediyoruz. Akılı insanlarız nitekim!?!? Tamam olmayan sermaye üzerine çok konuşup çok inanıyoruz(m) ama olsun, iş kurup batırmadan devam ettirmenin inceliklerini biliyoruz.
Gece böyle bitti, eve yalpalayarak gittim. Neden diye sormayın, söylemem. Sabah hayal kurmama sebep olan şeyin sonuçlarına hemen bakma fırsatım olmadı. Sokağa çıktığımda şans eseri devretti yazısını gördüm bir markette. Belek’e gidecektim, bir mesaj yazdım hayalci arkadaşlarıma “Sevgili arkadaşları Duygu ve Hamit; sizinle kısa zamanda çok güzel şeyler paylaştık. Her güzel şey bir gün son bulur, nitekim arkadaşlığımızda aynı kadere maruz kalıyor. Dün güzel hayaller kurduk ama o zaman paranın sıcaklığını hissetmemiştim. Neyse uzun lafın kısası başınızın çaresine bakın. Beni dün gece ki gibi hatırlayın. Uzaklara gidiyorum, elveda dostluk (yemişim dostluğu para daha mühim) merhaba lüküs hayat. Hahaha (son gülen kötü kadın gülüşü)” Bu para çıkmadı demenin değişik bir yoluydu. Para çıksaydı eğer ben Belek değil Ankara yolunda olurdum herhalde… Ama her şeye rağmen, hala kurmak güzel şey be kardeşim…(Nazım Hikmet’in ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ine itafen)

17 Şubat 2009

Aşk yeniden


Birkaç gündür içim kıpır kıpır,

Sanırım seni bekliyorum...

Sanırım, artık gelip kapımı çalmanı istiyorum

Yeniden ve hemen…
(Ben gelemeyeceğim artık kusuruma bakma, yoruldum...)

13 Şubat 2009

Denklem var, para yok!


Şans oyunlarını severim. Özellikle de kazı kazanları. Zengin olup olmayacağın anında belli olduğu için hayalini kurup, hayal kırıklığını da hemen oracıkta yaşayıp normal hayatına geri dönebiliyorsun. Yani öyle uzun uzadıya hayaller kurup sonrasında “ah ulan ah bir çıksaydı” demiyorsun. Her şey anlık, hayal kurması da onları gerçekleştirmesi de. Ha bir de anlık olduğu için o an aklından ne geçiyorsa, o an en çok neyi istiyorsan onun hayalini kuruyorsun. Biz dışarıda olduğumuz zamanlarda genellikle iş hayali kuruyoruz kazıkazan oynarken. Cafe ya da bar açıp orayı işletiyoruz, çok para kazanıp geziyoruz. Hepsi hayal kalıyor tabi…

Geçen gün dolmuşla bir yere gidiyordum. Yine hayal kuruyorum. Böyle kulağımda kulaklığım, uzaklara bakar gibi düşünceli düşünceli dolmuş camından da dışarı bakıyorum. Hayal kurarken bir taraftan da ‘Ben şimdi bangır bangır müzik dinliyorum ama ya bir şey olursa haberlik ve ben onu kaçırırsam ne yaparım’ diye de içimden geçiriyorum. Ama hayallerimden de vazgeçmiyorum. Kah aylarca bütün sokaklarını gezdiğim bir şehirde oluyorum, kah en iyi haberleri yaptığım ulusal bir yayında, kah kitabımın imza gününde, kah bir tartışma programında. Bunları kurarken de arada gerçek hayata dönüp acaba bir şey kaçırdım mı diye de etrafa bakıyorum. Yine böyle bir anda, olmadık zamanlarda olmadık şeyler aklıma düşer, olmadık bir şey düştü aklıma. Ya dedim ne kadar da kolaya kaçan bir nesil olduk(M) böyle. Millet yıllarca çalışıp didindikten sonra bir yerlere geliyor,
ben kazı kazandan kazanacağım paranın peşine düşüyorum, hayal kuruyorum, çıkmayınca da bir daha ki sefere kesin çıkacak diye bakıyorum. Öyle senelerce çalışayım, bir yerlere geleyim yok. Birden her şeyi öğreneyim, hiç düşünmeden bir yerlere gidebileyim, kimseye hesap vermeden çalışabileyim bla bla bla. Kazı, kazan, zengin ol ve gez. Denklem bu, kolay para kolay hayat…Yok ya!!!

Var ya, olsa ne güzel olur ama… Zaten bu tür düşünceler huzur bozan şeyler olduğu için kısa sürüyorlar. Gelip geçiyorlar, bu da öylesine bir zamanda aklıma düşen bir şeydi, zaman misali geldi geçti. Ben yine sıkışık zaman aralıklarında, ya da mutlu olmak istediğimde hayalimi kuruyorum, bunları düşünüp vazgeçmiyorum. Kazı kazan oynamaya, arada sayısal loto ve süper loto oynamaya devam ediyorum. Oynamazsam kendime ihanet etmişim gibi geliyor, ya da o hafta bana çıkacaktı da ben oynamadım diye devretti ve hakkımı kaybettim gibi. Bazen de kazı kazancıların önünden geçerken bir tanesini gözüme kestiriyorum, işte bunda büyük ikramiye diyorum ve geçiyorum. Yol boyunca da ‘geri dönüp kazısam mı’ diye geçiriyorum içimden. Ve ben onda büyük ikramiyenin olduğuna inanıyorum. Deli değilim hayır, sadece kısa yoldan huzura ereyim istiyor, huzurun da kazı kazandaki rakamların altında gizlendiğine inanıyorum… Ben inançlı birisi de değilim, bir şeylere bağlanmam gerekiyor güç almak için ve sayıların gücüne inanıyorum… İnanıyor muyum acaba? Çıkarsa inanırım herhalde?!?!?! Çıksa, ne güzel olur be…


Korkuyorum!...




Dün akşam haber dönüşü beni eve, yerel bir gazetede çalışan gazeteci Şifa abim bıraktı. İki meslektaş bir araya gelince mesleği, haberi, sektörü konuşur. Nitekim bizimkisi de öyle oldu. Antalya’da gazetecilik nasıldır, nasıl olmalıdır diye muhabbet ederken laf arasında ona istifa ettiğimi de söyledim. İlk başlarda çok duyulsun istemiyordum istifamın ama sonradan bu fikrimin saçma olduğu kanısına vardım. Sonuçta işten çıkarılan değil, kendi rızası ile işten çıkan kişiydim. Şifa abi işten çıkacağımı duyunca ne yapacaksın diye sordu, ben de sıraladım bir bir. Sıraladım da, sıralarken bile anlatmakta güçlük çektim. O an kendime olan inancımı sanki arabanın kapısına sıkıştırmıştım da can çekişiyordu. Ben kendimi yapacaklarımı tam olarak anlatamasam da, sağ olsun bana her konuda yardımcı olacağını söyledi.

Sohbetimiz devam ederken bana ‘Seni bir daha göremeyecek miyiz? Bir Gamze vardı mı? diyeceğiz’ diye sordu. O an işte kendimi yok olmuş, ölmüş gitmiş, bitmiş gibi hissettim. Böyle bir ihtimal var mıydı? Ben bu meslekten uzaklaşmayacaktım, burada değil başka yerlerde olacaktım ama… Hem biz böylesine nankör müydük, nankör müydü mesleğimiz? Bu soruları sorarken kendime, yanıtını da veriyordum peşi sıra. Neden olmasın, birisini kaybettiğimiz zaman aradan bir ay geçmeden yokluğuna alışmıyor muyduk? İsmini ölüm, doğum günlerinde zikreder olmuyor muyduk? Şifreleri oluyordu hayatımızda, onları anımsayınca çıkmıyor muydu ortaya o kişi. Evet nankördük, mesleğimiz değil biz nankördük.

Ama işte korkuyorum… Unutulmaktan ‘Bir zamanlar Gamze vardı’ cümlelerinin içinde zikredilmekten ve dili geçmiş zamanların içinde yaşatılmaktan korkuyorum, ölümden korktuğum gibi korkuyorum. Bir arkadaşım bana bu korkularım üzerine demişti ki, her insanın gökyüzünde bir yıldızı vardır, ve her yıldız bir gün söner. Önemli olan o yıldızın çok daha fazla ışık saçmasını, parlamasını sağlamaktır. Bundan güç alayım diyorum, yaptıklarım var unutulmam diyorum ama bana parlayan yıldızdan ziyade unutulmak o kadar gerçekçi geliyor ki. Bu yüzden kendimi kötü hissediyorum. İki gün önce isim haklarını aldığım dergimin heyecanı bile iyi hissetmemi sağlamıyor. Onun için yaptığım yapacağım çalışmalar bile. Ölünce küllerim rüzgara bırakılsın ki unutulmanın acısını birden yaşamayayım diye düşünen ben, yaşarken bu fikri nasıl kaldırırım varın bir de siz düşünün…

10 Şubat 2009

Pişmanım Kara Çocuk...




Az önce bedeni yaşından küçük, mendil satan bir çocuğa hayat dersi vermeye çalıştım. Pişmanım… Oturduğum masaya geri dönüp baktığımda, ne kadar burjuva ve pis göründüğümü hissettim, bedenimden ve kendimden utandım. Ofise gelmek için yürüdüğüm yolu geri döndüm ve onu aradım. Buldum da. Niyetim özür dilemekti, kusura bakma ‘hayat’ımdan büyük sözler ettim demekti. Yapamadım… ‘Gel’ dedim onu görünce, ‘gel üç kağıtçı seni, hani okuyordun?’ ‘Okuyorum’ dedi. ‘Gel seninle şöyle bir gezelim’ dedim. Omzuna attığım elimi iterek uzaklaştı benden. Bana baka baka uzaklaştı. ‘Gel buraya polis değilim ben’ dedim. Gelmedi, baka baka kaçtı benden. İçimden ‘Senden özür dileyecektim çocuk dedim, kusura bakma pişmanım. Oturduğum yerden beni pislik gibi gördün ama maksadım o değildi, ben öyle birisi değilim. Senin çalışmaman lazımdı onu anlatmaya çalıştım. Sen daha çok küçüksün yerin burası değil…’ dedim ama gelmedi, duymadı beni. Pişmanlığımı önüme katık edip, iki adımda bir arkama dönüp acaba burada mı diye etrafıma bakarak ofise geldim. Pişmanım çocuk hem de çok…


Bilmiyorum işte, düşündüğüm gibi her şeyi çok iyi bilmiyorum. Daha küçük bir çocukla nasıl konuşacağımı bile bilmiyorum. Annesine babasına değil bu ülkeye olan hıncımı ürkek gözlerle bakan çocuktan aldım. Utanıyorum, hem de çok. Bir tek kendimden değil, onu sokağa iten herkes adına da utanıyorum…

Yanımıza peçete satmak niyeti ile yaklaşmıştı oysa. Yaptığı işi onaylamıyordum ama. Öyle de konuşmamalıydım. Senin yerin burası değil derken de çok yukarıdaydı sesim, okumalısın dediğimde de. Ne düşündü acaba o an benim için. Öğrenemeyeceğim. Tuzu kuru bunun demiştir, ne yaşadığımı bilmiyor ki demiştir, bilmiyorum. Belki onun da annesinin penceresi sokağa bakan bir ev hayali vardı da onun için para biriktiriyordu, ya da küçük çocuk hayalleri vardı. Bir araba ya da bir top istiyordu kendisine. Bir spor ayakkabı ya da bir mont. Bilemedim. Her gün maaşım yatmadı diye ağlayıp akşamında bar köşelerinde oturan ben anlayamazdım. Üşüdüğünde montumu üzerine geçiren, terlediğinde çıkaran, acıktığında yemeğini yiyen ben ve sinemaya gidemiyoruz zamanımız yok diye sızlanan ben anlayamazdım. Kendimi ne kadar pislik hissettim bilseniz…

Şimdi de oturmuş buraya, onun hiçbir zaman okuyamayacağı şeyleri yazıyorum. Yüzüne söyleyemediklerimi buraya döküyorum. Bir nevi günah çıkarıyorum. Keşke kaçmasaydın kara çocuk diyorum, keşke. Hem ne vardı da kaçtın ki benden. Daha anlatacaklarım vardı sana oysa… Daha sana ve hayata dair anlatacaklarım vardı. Kara gözlerinin içine bakarak, beni anladığını varsayarak anlatacaklarım vardı oysa. Belki seni kurtarırdık sokaklardan ha ne dersin. Belki kaybolurdum gözlerinde, bana başka bir hayat sunardın. Niye dinlemedin ki beni kara çocuk. Belki sen de bana kendini anlatırdın çocuk kelimelerle. Ben seni bulurdum, sen de beni. Keşke kaçmasaydın kara çocuk, keşke…Pişmanım…

09 Şubat 2009

Öldürtmem kendimi...



Geçtiğimiz seneydi, İstanbul’da yerel bir gazetede çırpınıyordum. Annem aramıştı, aceleyle nerede çalıştığımı soruyordu benim, İstanbul’un semtlerini bilirmiş gibi. Sesi de bir heyecanlıydı ki sormayın gitsin. Hani sanki büyük ikramiye bize çıkmış ta onu vermek için bana gelecekmiş gibiydi. Ümraniye dedim önce, adresini ver dedi sonra. İşkillendim, ne oluyor anne diye sordum. “Birisi var seni istiyor sana bakmaya gelecek” dedi ve etraf karardı…

Annem benim evlenmeme pek bir meraklı, böyle yuvam olsun çocuklarım olsun onlar da sevsinler istiyor. Bunca zaman başkaları için yaşamış olan, kural gelenek görenek gölgesinde kalan bendenizin söylediği “evlenmeyeceğim” yakarışlarını kulak arkası ediyor anlayacağınız. Ben “evlenmeyeceğim” dedikçe o bana bakacak olan kişileri sıralıyor bir bir.

Bu bakma hikayesinin sonuncusunu da geçen gün yaşadık. Mutfaktayız, kahvaltı yapıyoruz. Benim kahvaltım bitti, çayımı aldım salona geçtim, kumandayı kaptım kanal geziyorum. Keyif yapacağım. Birkaç dakika sonra annem bağırdı, efendim dedim. Gelsene dedi bana, şimdi değil ne oldu dedim. Gel dedi. Anladım ki özel bir şey diyecek ve canım sıkılacak, gitmedim. Sonra kız kardeşim mutfağa geçti, annem ona yumurtlamış ilk. O bağırdı bu sefer gel diye, ne oldu dedim söyle. “Sen ben bir de annem duyabilir”miş ancak. Üşenmedim kalktım gittim yanlarına, ne oldu dedim. Seni istiyorlar dedi ve etraf yine karardı…

Böyle durumlarda psikopata bağlıyorum ben kendimi. O kim oluyor da bana bakacak diye başlayıp, işi erkekliğine kadar götürüyorum. Araya da ağza alınacak kaleme yakışmayacak sözler ekliyorum. Dedim ya deliriyorum, etraf kararıyor öyle durumlarda.

Annem benim bağrış çağırışlarıma aldırmadan devam ediyor çoğu zaman ama. Çalışan kız arıyormuş der sanki beni cezp ediyormuş gibi, İstanbul’da yaşıyormuş diye de ekler. Hani beni tavlayacak ya İstanbul diyerek, yemezler. Bir kere ben evlenmeyeceğim. Hem niye şu girişimci ruhlu tipler öyle analarına kız aratan erkekler için bir dükkan açmıyorlar ki. Mesela bir mağaza yapsınlar bizi de bu dertten kurtarsınlar. Erkekler mağazaya gitsinler, istedikleri ebattaki kızı beğensinler, özelliklerine göre olmadı uydurulsun onlara karışık bir şey ve alıp mutlu mesut yaşasınlar. Hem o zaman analarına bakmalık kız aratmazlar hem de kendilerine baktırmak istemeyen kızları rahatsız etmezler. Haksız mıyım ama…

Ukalalık ettiğimi ya da evlenmek isteyen kadınları aşağıladığımı düşünmeyin sakın. Zaten bu yazıyı kaleme aldığım günden beri biraz değiştim. O günlerde aklımdan geçmeyen evlilik fikri bugünlerde gündemimde mesela. Şaşırmayın, şöyle eli yüzü düzgün cebi dolgun birisi olsun da benim yollarda harcayacağım paramı versin, ben gezeyim ona uzaklardan mektuplar yazayım istiyorum. Uzaktan bakınca, yani benim uzaktan evlilik yürütme fikrime bakınca çok fazla da uzaklaşmış sayılmıyorum sanırım “ilk” düşüncemden ama bu kadarı da olsun değil mi. Vur dediysek öldürtmeyeceğiz ya kendimizi…

Yine yapardım hakim bey!


Sonunda yaptım. Uzun zamandır kabusum olan şeyi sonunda yaptım. Bir akşam iş çıkışı, kimseye sezdirmeden istifamı verdim. Öyle korktuğum gibi de olmadı. Hani insan uzun zamandır yaptığı, yapmaya alışık olduğu şeyi bırakınca boşluk hissine kapılır derler ya, yok işte onun gibi bir şey olmadı bana. Gayet iyi hissettim kendimi, çünkü artık buranın bana verebilecek hiçbir şeyi kalmamıştı…

Bazen ani kararlar verip sonrasında pişman olduğum olmuştur. Ama bu sefer o olmadı, sonrasında da olacağını sanmıyorum. Çünkü artık son noktaya gelmiştik, daha fazla yıpranmadan bu gemiyi terk etmem gerekiyordu ve yaptım. Hayır hakim bey, pişman değilim. Bana ben oluşumda kimler yardım etti bilmiyorum ama, hem onlarla hem de kendimle gurur duyuyorum. İyi ki yaptım…

Bundan sonra ne yapacağıma tam karar vermiş değilim ama. Bir süre tatil yapayım diyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğrafları gözümün önüne geliyor, memlekete gidip akrabalarımın fotoğraflarını onun gibi çekeyim istiyorum. Biraz kar havası ve biraz oksijen almış olurum diyorum. Hem çok özledim oraları, en çok ta oyunlarımı. Eğer hala yerindeyse evimizin bahçesine giden su oluğundaki sular donmuştur, üzerilerine basarım. Bahçeye atarım kendimi oradan, sonra da hemen eski değirmenin olduğu yere çıkarım eğer yıkılmamışsa. Bahar olunca orada piknik yapar, kuzu kulağı toplar yerdik bol bol. Gidip bunları bulamamak ta var elbet ama gitmezsem bir daha ne zaman giderim diye de düşünüyorum.

Bir başka düşüncem de üniversiteye devam etmek. Geçenlerde Yeliz aklıma soktu bu fikri. Okurken de okula girerken de hiç aklımda yoktu bu fikir. Zaman zaman Akdeniz Üniversitesi’ndeki arkadaşımı ziyarete gittiğimde kabarsa da akademisyenlik duygularım, yapamam diyordum. Yapamam demeyelim de yapmak istemiyordum. Şimdi şimdi acaba diyorum, yapsam mı. Ama net değilim, bilmiyorum. Şu yaşıma geldim, ben ne olacağım diye sormaya devam ediyorum kendime, o yüzden daha sağlam olayım daha sağlam yere basayım istiyorum…

Karar vermek gerçekten de güç. Artık yerel bir örgütlenme içinde olmak ta bana korkunç geliyor. Çünkü eskisi gibi, anlatılanlar gibi değil artık yerel gazeteler. “Aydın Doğan”cılık oynuyor hepsi. Bir tekelleşme durumu söz konusu, bir patronculuk havaları var ki sormayın gitsin. O yüzden aklım karışık, hem de feci karışık. Ama pişman değilim, iyi ki yapmışım. Bir daha olsa hakim bey, yine istifa ederdim…

Ayın 19’unda işten çıkmış olacağım. Sonra da belki geçen gün hayalini kurduğum(uz) gibi Ankara’ya gider oradan da tren ile Erzurum’a geçerim. Yanıma da kitabımla birlikte bir “KÜP” alır okur içer yatarım. Yollarda olmak için iyi bir başlangıç olabilir mi acaba. Yollara atsam kendimi, gezsem gezsem günler boyu, insanların hikayelerini dinlesem. Yazsam yazsam yazsam sonra. Kendime gelsem. Ah be Gamze, hadi desem sana, hadi desem…

08 Şubat 2009

Analarının oğulları

Aşk diye denediklerim de oldu
Yarı yoldan döndüklerim de.
Seviyorum dediklerim de oldu
Demek istemediklerim de.
Hepsinde farklı bir şey aradım,
Bizim evimizde olmayanından,
Bulamadım…
Çünkü onların da anaları vardı
Onlar da analarının oğullarıydı…

29 Ocak 2009

Bilmece gibi...


İki ruhun arasında asılı kaldı bedenim.

Hem ne istemediğini bilen,

Hem de istemediğine giden iki karşıt ruhun.

Canları ne isterlerse yaptırıyorlar bana.

Ve ben, ne yaparsam yapayım mutsuz kalkıyorum yerimden...

...

Binaların altında kalmış hayatlardan aldım kendime,
Ölçüp biçmeden giydim üzerime hepsini,
Hepsi de oturdu.
Hayatların hepsi, kadınlara aitti,
Ben kadındım,
Kadınlar bendim…
Biz her yerde aynıydık aslında,
Hikayelerimiz aynı.
Farklı isimlerde,
Farklı şehirlerde,
Farklı vücutlarda,
Aynı ruhları,
Aynı acıları yaşıyorduk.
Ondandı empati gücümüz,
Ondandı birbirimizi anlamamız…

Müge İplikçi’nin 'Yıkık Kentli Kadınlar’ına…