31 Temmuz 2011

Kısa kısa Cumartesi notları...

Cumartesi gününün üzerinden çok geçti biliyorum. Ama bazen hayat, hiç beklemediğiniz anlarda sizi sürprizle karşılayabiliyor. Biz de Cumartesi günü öyle bir sürprizle başladık güne.

Arkadaşımın bebeğinin nefes alma sorunu çıktı. O yüzden başka bir hastaneye kaldırıldı. Sadece sezaryenden sonra öpebildi bebeği, sonrası ayrılık malumunuz. Şimdi yoğun bakımda, en kısa zamanda çıkmasını diliyorum. Ki inanıyorum çıkacak, çünkü evde kardeşini dövmeyi bekleyen bir abi var.

Tanışma faslı gayet güzel geçti. Sabah ben tek başıma iki hastaneye de uğradım, aşksam da erkek arkadaşımla birlikte gittik. Akşam ziyaretinde “siz gidin dinlenin” diyen arkadaşıma erkek arkadaşımın annesi “ya sohbet ediyoruz ne güzel, ama tabi işleri varsa gitsinler” şeklinde yanıt vermesi pek hoştu. Ben pek sevdim kendisini. O da beni sevdi, yani galiba, yok yok sevmiştir, canım ben sevilmeyecek hatun muyum…

Not: Terledim, ama üzerimde açık renk bir şey olduğu için çakmadı kimse. Tabi saçlarım sırılsıklam oldu. Ama güzel haber, kekelemedim:)

30 Temmuz 2011

Aklıma geldi...



Birkaç gün önce arkadaşlarımla okey oynadım. Yenen taraftaydım, eşim sağlandı yani. Okey sonrası sigarayı bırakacağıma dair bir söz verdim. Vermez olaydım. Benimle iddiaya girenlerden birisine kitabına, birisine de ‘ne istersen’nine sözleştik. Yok yok okeye dördüncümüz de vardı, onu da ‘İncir Reçeli’ filmi ile daha önce alt etmiştim. İşte o hain, girdiğimiz iddiayı kaybetmeyi hazmedememiş olacak ki, ertesi gün messengerdan yanlışlıkla ‘ben bir sigara molası vereyim’ sözümü hemen iddiaya girdiğim arkadaşıma yumurtlamış. Dün telefonla aradı beni iddiaya girdiğim arkadaşım “Henüz nasıl bir kitap istediğime karar veremedim” dedi. Sonuna kadar inkar metodunu uygulayıp, “İşim var” diyerek telefonu kapattım. Bu işin altından nasıl sıyrılacağımı bilmiyorum.

**********

Bilenler bilir, ben aslında hümanistim. Ama dün tüm hümanistliğimi bir kenara bıraktım. Eve giderken birkaç bacaksız çingene üzerime yürüdü. Küfürler havada uçuştu. Nereden cesaret alıyorlar bilmiyorum. Yanımdaki arkadaşımla birlikte baya bir gerildik. Hemen olayın olduğu yerde bulunan ve beni de tanıyan taksiciler ise kıllarını kıpırdatmadı. Çok öfkelendim, “Çingenelerden nefret ediyorum, nasıl çocuk yetiştiriyorlar” dedim. Arkadaşımdan da zılgıtı yemem bir oldu. Antalya’da uyuşturucu ile anılan Zeytinköy’de (Çingeneler de yaşıyor burada) bir proje var, güzel proje, bölgeyi ayağa kaldıracak bir proje. Ama sıcak paraya alışmış olanların hiç yanaşmayacağı bir proje. Antalya İl Milli Eğitim Müdürlüğü bölgede proje kapsamında kurs açtı, başvuru az. Neden mi? Düşünün bakalım….

**********
Geçenlerde mutfaktaydık, konu nereden geldi bilmiyorum ama aklıma üniversite yıllarım geldi. Okuldayken solcu erkeklerin ‘Kurtlar Vadisi’ni izlemesine anlam verilmez, hatta yadırganırdı. Neden mi? Bilmiyorum. Siyaset Bilimi hocamız bir keresinde, o dönem baya meşhur olan Biri Bizi Gözetliyor adlı programı kim izliyor demişti. Sınıftan kimse oralı olmamıştı. Oysa herkes izliyordu. İyi hatırlıyorum, Türkiye’nin profiline göz atmak için hem onu hem de evlendirme programlarına bakın demişti. Yani, muhalefet olup ezberden konuşmamak lazım. bir de okumak, çok okumak lazım…

27 Temmuz 2011

Sen 'feminem' değil misin? Nasıl evlenirsin?



Telefondaki ses bana ‘Sen feminem değil misin? Nasıl evlenirsin” diye soruyor. Aklımda ‘feminem değil, feminist’ sözcüğü dolaşırken “Neden olmasın?” diye sorusuna soruyla yanıt veriyorum…

Durun durun ben size iyisi mi en başından anlatayım…

Son birkaç gündür normal değil her şey. Belki ‘normal değil’ ağır bir sözcük oldu, biz buna ‘her zaman ki gibi değil’ desek daha doğru olur sanırım. Bugün de ‘her zamanki gibi olmayan’ günlerden birisine uyandım ben. İçimde anlamlandıramadığım bir heyecan. Ellimi nereye koyacağımı bilmiyorum, zaman zaman nefes alış verişlerin beni zora sokuyor, hatta öyle anlar oluyor ki nefes alamıyorum. Suyla takviye ediyorum kendimi. Heyecanlıyım anlayacağınız.

Cumartesi günü erkek arkadaşımın annesi ile tanışacağım bir hastane odasında. Tasarlanmış planlanmış bir durum değil. Benim orada olmam lazım, onun da annesinin. İkimiz de aynı yerde bulunmak durumundayız. Bir bebek dünyaya gelecek. Ben gidip korkak ellerimle ona dokunmaya çalışacağım, elime alamayacağım. Annesi de orada bebeğin annesine destek için bulunacak. Bebeğin annesi benim de arkadaşım olunca, buluşmak kaçınılmaz bir hal alacak anlayacağınız.

Şimdi bunda ne var demeyin, başıma ilk defa geliyor. İlk defa böyle bir işe soyunuyorum. Aniden, birdenbire oldu her şey. Durun ben bir nefes alayım…. Rahatlayayım…

Evet nerede kalmıştık, Cumartesi günü yaşanacak olan bu buluşmayla ilgili tek sıkıntı yaratan benim. Erkek arkadaşım oldukça rahat. Ne var bunda diye söylenirken pis pis sırıtıyor bile. Gelenek görenek tanımayan ben, kendimi göstermeye gidiyormuşum gibi hissediyorum. Hal böyle olunca da kasım kasım kasılıyorum. O gün orada ter batağına batacağımı, kekeleyerek konuşacağımı hayal edip kahroluyorum. Hastaneye gitmeme planları yaparken bir taraftan da ‘nereye kadar kaçacaksın’ diye soruyorum… Ayaklarım beni Cumartesi günkü buluşmaya götürebilecek mi inanın bilmiyorum….

O günü hayal bile etmek istemiyorum….

İşin bu kısmının yanında bir de arkadaşlar, dostlar faktörü var. Yıllardır “Ben asla evlenmem, evlilik de neyin nesi” diye dolaşan ben, şimdi onunla bir ömür geçirmek istiyorken bunu arkadaşlarıma anlatamıyorum. “Sen mi, saçmalama. Kim? Adı ne? Yaşı kaç? Nereli?” sorularına maruz bırakılıyorum. (Bu sabah İstanbul ve Samsun’dan böyle telefonlar aldım) Bir dostum arayıp benim “feminem” olduğumu söylüyor. Oysa ben heteroseksüelim, ha bir de feminist. Aklım karışıyor. Etrafım kalabalık, yanıt veremiyor, sorusunu soruyla karşılıyorum. Kendimi anlatamıyorum.

İçlerinden birisi kalkıp detayları almak için annemi aramaya yelteniyor. Annemin detay bilmediğini söyleyip telefona yelteniyorum. Arkadaşımın telefonu meşgul sinyali veriyor. kalbim sıkışıyor, terliyorum. Hemen akabinde telefonum çalıyor. Sırıtarak “ayrıntı için aradım” diyor. Kızıyorum sevimli şeye. Kapatıyoruz. Sonra İstanbul’dan arkadaşımın eşi arıyor, nikah şahidin olmak istiyorum demek için. Gülmekten yerlere yatıyor. Hissediyorum, duyuyorum…

Evlenebileceğime inanamıyorlar, ‘düğün ne zaman, ne zaman oynayacağız’ diyorlar. Düğün olmayacağını söylüyorum. Oynamaya bahane arayan arkadaşlarım, hüsrana uğruyor. Kendimi anlatamıyorum. Aklıma Cumartesi günü geliyor. Elim ayağım birbirine dolaşıyor. Düşünüyorum…

14 Temmuz 2011

Çocuk olmak çıplaklıkla eşdeğerdir burada...



Dün bir haber için Zeytinköy’e gittik. İsmine bakıp şirin bir köy hayal etmeyin sakın. İmarsız, tapusuz, yolsuz ve çoğunluğu gecekondulardan oluşan bir bölge burası. Araya birkaç apartman serpiştirilmiş ama o kadar.

Yaşam o kadar da kolay değil burada. İsmi ‘uyuşturucu’ ile anılan bir bölge olması hasebi ile genç olmak da, çocuk olmak da kolay değil bu bölgede. Ya içine karışır gidersin, ya da kendini korumak istersin. Adın ‘Zeytinköylü’ sıfatı ile anılsın istemezsin…

Burada çocuk olmak ise çıplak gezmekle eş değer çoğunlukla. Ayakkabısız, donsuz, tozun toprağın içinde debelenmektir çocukluk. Kırık dökük birkaç oyuncak ile yeni oyunlar hayal etmektir. Deli gibi koşmak, koşmak koşmak, nereye varacağını bilemeden hem de.

Bazen de camdan dışarıya bakmaktır. Hesapsız kitapsız. Zaten çocuk olmak hesap kitap yapmadan yaşamak demektir.

13 Temmuz 2011

Ankara'dan dostum gelmiş...

Hava sıcak, deli gibi hem de. Asfalta yumurta kırma hikayesi var ya, yalan değil. Kır, tuz ve karabiber dök, ye. O kadar. Yere basamıyorsunuz, ayakkabının tabanı yanıyor…

Bir de böyle zamanlarda habere gidiyorsunuz, küfür ede ede. Bekliyorsunuz 15 dakika, eylem başlasın diye. O 15 dakika sıcakta oluyor 15 saat. Gölgede sıcaklık gölgesiz yerleri aratmıyor. Beklemek azap oluyor.

Uzaklardan birisi yaklaşıyor size doğru. Gülümseyerek. Hava sıcak, yüz tanıdık. Serap olması ihtimal, kafada şapka yok… Siluet yaklaştıkta sırıtması daha da büyüyor.

Ve sonra…

Sıcacık bir gülümseme beliriyor aynı anda iki kişide de. Sıcacık bir sarılma, sıcacık öpüşme. Sonra sitem, ‘Ne işin var burada?’ ya da ‘geldin de neden haber vermedin’ diye. Sitem yerini muhabbete bırakıyor.

Hava ısındıkça ısınıyor. Eylem başlıyor. Kola takılan makinenin vizörü göze yaklaştırılıyor. Karşıda eylemciler var. Arasında kocaman gülümseyişi ile Ankara’dan gelen dost… Sıcağa aldırmadan deklanşöre basıldıkça basılıyor.

Not: Fotoğraf yok. Hayal gücünüzü kullanın canım:)

11 Temmuz 2011

Ben de bazen...



İnsanın bazen kafası karışıktır.
Yalnız kalmak ister…
Kimi zaman ‘pembe’ yalanlar dökülür ağızlardan,
‘Bugün dişim ağırıyor görüşmeyelim’
Kimi zaman kırıcı bir iki sözcük,
‘Bugün seni görmek istemiyorum’
Çünkü insan bazen yalnız kalmak ister.
Aykırı bir ses istemez etrafında.
Anlaşılmak ister,
Anlayış ister,
Zaman ister,
İster ister ister…
İnsan bazen gerçekten yalnız kalmak ister…

05 Temmuz 2011

Tatilin kısası uzunu olmaz dimi...



Aslında niyetim uzun bir tatil yapmaktı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Ben de tatilin kısası uzunu olmaz diyerek yola çıktım.





Nereye gideceğim konusunda uzun uzun araştırma yaptım desem yalan olur. O işi başkası halletti, ben sadece ‘evet burası’ diyerek yeri ayırttım. Tek isteğim sakin bir yer olmasıydı. Deniz, kum, güneş istemiyordum, hele hele kalabalık hiç. Dağ olsun, ağaç olsun yeterdi bana. Öyle de oldu. Kendimi Cuma günü, keyifli bir yolculuğun ardından telefonların bile çekmediği, organik tarım yapılan, kendi serası, tavuğu olan Pastoral Vadi’de buldum. Ama öncesi var bunun…



Cuma sabahı, güzel bir kahvaltının ardından yola çıktık. Aslına bakarsanız önceki gece biraz heyecanlı geçti. Yani uyumadım desem yeridir. İnternetten yaptığım araştırmaya göre gideceğim yer beklentilerimi karşılıyordu ama benim son dakika ‘heyecanlarımı’ işin içine katarsanız, biraz tereddüt etmiyor da değildim. Dağların sırtına kendisi vermiş meyve, mısır, gözleme, çay satan yerleri izleye izleye Fethiye’ye gittik. Hatta kalacağımız pansiyona varmadan önce Fethiye merkezinde kısa bir mola da verdik. Fethiye benim beklentilerimin çok altında bir yerdi desem yalan olmaz. Merkezde çok gezmediğim için de olabilir, bilmiyorum. Ama ben sade bir tatil kasabası bekliyordum, oysa turizmin acımasızca işgal ettiği bir yerle karşılaştım.





Yemek molasının ardından ve uzun bir yer arama macerasının sonrasında kendimizi Pastoral Vadi’de, bizim için ayrılan taş evin içinde bulduk. Dağın yamacına kurulu, şirin olduğu kadar doğa harikası bir yerde konakladık desem sanırım kaldığımız yeri özetlemiş olurum. Portakal ve limon ağaçlarıyla bezeli bir bahçe, olmazsa olmaz asma ağaçları, kendi sebzesini yetiştiren bir sera, minik civcivleri olan bir tavuk, ahşaptan yapılma bir restaurant, restauranta giden orman yolu, ağaçlar, böcekler, hamaklar, su sesi… Dahası temiz hava. Uyuduğunuzun farkına vardığınız ve uydukça uyumak istediğiniz bir hava...







Konakladığımız iki gece boyunca, Pastoral Vadi’nin yoga, havuz, dere, sera-tarla organizasyonlarına katılmadık. Hem hazırlıksızdık hem de daha çok kendimizi dinlemeye gitmiştik. Tamam biraz da tembellik ettik. Ama o doğanın ve huzurun tadını sonuna kadar çıkardık. Son derece konforlu olan taş evde konakladığımız ilk günün ertesinde kendimizi bir zamanlar Rum’ların oturduğu Kayaköy’de bulduk. Dağın yamacına kurulu olan evler, 1957 Fethiye depremi sonrası yıkılmış olsa da muhteşem bir görüntü sergiliyordu yamaçlarda. Bir zamanlar o evlerde birilerinin oturduğunu bilmek bile harikaydı.





Sonraki durağımız ise Gemili sahili oldu. Kesinlikle sessiz ve huzurlu bir ortamda denize girebileceğiniz bir sahil. Ya biz gittiğimizde kimse yoktu ya da hep öyleydi bilmiyorum ama muhteşem manzarası bile gitmeye değer yerlerden birisi derim. Benim gibi yüzme bilmeyenlerin sahilde oturup ıslanmasına olanak sağlayacak bir kıyı şeridine sahip, onu da belirtmek isterim…





Kaldığımız yerin yemekleri ise o bölgede köyde oturan bir abla tarafından yapılıyordu. Farklı lezzetleri tatma imkanı da bulabildiğimiz iki gün boyunca kahvaltıda katıksız süt içme şansına da sahip olduk. Akşam yemeği sonrası bahçeye kurulan mini sinemada ise tertemiz gökyüzünde ışıldayan yıldızların altında sinema izlemenin keyfine vardık….



Anlatacak aslında çok şey var. Orada bir dahaki sefere yaşanılabilecek çok anı da. İki güne sığdırabildiklerim ve hazırlıksız oluşum bana bunları yazdırdı. Tatilin bittiği gün kendimi oraya zincirlemek istedim.. Ama gitmek gerekliydi, işler beklerdi, Antalya beklerdi… Ve gittik… Yolda Saklıkent Kanyonu’na uğramayı da unutmadık tabi. Keyifli bir yolculuk, yolculuk arası gözleme molası ve bir saatlik ‘kaçamak uyku’ ertesi Antalya’ya geldik. Gelmekle iyi mi ettik bilmem ama bu tatil bana gerçekten iyi geldi. Çocukluğumun bahçesine dönmek istedim. Kendi toprağımda sebzelerim,i yetiştirmeyi hayal ettim….