14 Eylül 2010

Kendime küçük bir not. Unutmamak için...

‘O’ seni terk ettiğinde, birkaç damla soğuk gözyaşı döktün. Hatta neresiydi orası, hah bir çay bahçesi. Onun duvarına oturup sokaktan gelen geçene bakıp yüreğindeki boşluğa anlam vermeye çalışırken bir arkadaşını aradın.Telefonun diğer ucundan gelen ‘Neyin var?’ sorusuna ‘neyin’ olduğunu bilmediğinden cevap ararken, ısrarla zikredilen ‘Yanına geleyim’ teklifine itiraz ettin. Sen normalde ‘terk edildiğin’ zamanlar, ki bu zamanlar son yıllarda artmıştı, kendini eve kapatırdın. Kalabalıklaştığından beri yaşadığın alan, kendini dışarıya vurmaya başladın. O yüzden eve gitmek yerine dışarıda kalıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istedin, yapamadın. Bir taraftan ‘bunun olacağını biliyordun’ diyerek teselli ettin kendini o lanet olası duvarın üstünde. Sen soğuk gözyaşlarını dökerken herkes sana bakıyordu. Çünkü hırıltıya benzer bir ses çıkarıyordun. Kalbinle ağzın arasına sıkışan duyguların çıkmamaya direniyordu. Bir yandan bunlarla uğraşırken bir taraftan da ‘neden ben’ diye o aptal soruyu sordun. Bu soru seni kendine getirsin istedin. Olmadı. Terkedilmişliği yediremedin. Özledim de özledim diye ağlaşıp durdun. Sonra ne yaptın? Ertesi gün hayatı başka bir erkeğin dudaklarında aradın. Şimdi bana hikaye anlatma ‘özledim’ diye. Sakın ola ki hayaller kurma ‘bana dönecek’ diye. Bunu sana ‘O’ yapmış olsaydı, sen onu terk ettiğin halde hem de, ağzına sıçardın. Oysa sen gidip hemen başka bir erkeğin kollarına atıldın. Bana ‘ben duygusal kadınım, sevmeden asla sevişmem’ masalları da okuma. Sen de onlardansın, insansın, yavşaksın, duygusal bir köpeksin. Unutma, sen de terk edildiğin kadar terk edenlerdensin. Zalim ve duygusuzsun. Sen hem her şeysin, hem hiç. Hem burun kıvırdıklarındansın, hem de burun kıvrılanlardan. ‘Sen’ de ‘O’nlardansın…

Hiç yorum yok: