09 Kasım 2008

Sahi ben nereliydim?





Yanıtını hiç düşünmeden verdiğim sorulardan birisidir “nesin sen?” sorusu. Bilirim ne olduğumu, bocalamam, üstünde çok düşünüp “sahi ben neydim?” diye sormam kendime. Ama “nerelisin?” diye sorduklarında durup düşünürüm biraz ben nereliyim diye. Zira zordur soru, doğduğum yerli miyim yoksa olmak istediğim yerli mi ya da hayatımın en eğlenceli günlerini dolu dolu yaşadığım yerli miyim? Ben nereliyim? Bir kere dünyaya geldiğin andan itibaren bir dine, bir dile yani senden önce varolan bir kültüre doğuyorsun. Bu kültür seni ailenle, okulunla yani sosyal çevrenle sarıp sarmalayan kültür. Dolayısıyla ilk önce “o kültürlü” yani “oralı” oluyorsun. Açıklaması kolay gibi gelse de kolay değil aslında, mesela bir “yerli” isen sınıflandırılmışsındır bir kere. Şuralı isen hilebaz, buralı isen nankör, bilmem nereli isen kalleşsindir en başta, insan değilsindir. Oralılar öyledir hem de yüzdelik yelpazenin en geniş kesimi. Kişiye göre değişir nerelinin iyi, nerelinin kötü olduğuna dair düşünceler ya da iyilerin kötülerin yüzdelik dilimdeki dağılımları. Ama bana göre dünya ikiye bölünmüşse iyiler ve kötüler diye, her yere bir tane iyi bir tane de kötü düşmüştür ve bunlar üreyerek eşit sayıda çoğalmışlardır.


Geçtiğimiz günlerde ilk defa rastladığım büyükçe bir sahafta, tozlu kitapların arasında dolaşırken sanki her kitabın hatta yazarın hangi rafta olduğunu bilmek zorundaymış gibi ya da biliyormuş gibi yaklaştığım sahaf çalışanı ile aramda geçen diyaloglar da işte tam bu yazının çerçevesini oluşturuyor. Kitaplardan, şehirlerden, yazarlardan konuşurken, yanıtı kısa sorular bizi alıp uzun soluklu bir muhabbete doğru götürüyor ve ardından geliyor yanıtını vermekte zorlandığım sorulardan birisi: “Nerelisin?” Sahi ben nereliyim? Bu sefer uzun soluklu olmayan ya da uzun soluklu bir açıklamayı beraberinde getirmeyen bir yanıtı veriyorum sahaf çalışanına: “Erzurumluyum”. Sen misin yanıtını o kadar hızlı veren dercesine fişleniyorum ardından kurulan cümle ile. Sahaf çalışan kendi yaşam koşullarını ve hayat hikâyesini dillendirirken kurduğu cümlelerin birisine “sol” ile başlıyor ve ekliyor “aslında sen sağ ağırlıklısındır ama...”


Bütün gücünüzü aslında bir yanlışı düzeltmek için harcadığınızı ve çabalarınızın boşa gittiğini düşünün bir an. Boşlukta sallanıyormuş gibi olursunuz, içiniz bomboştur ama karnınızda bir çalar saat titriyordur. Böyle bir pozisyonda yaşayabileceğim en kötü durum buydu sanırım. Zira dilim düğümlendi, ben Erzurumluydum, ha bir de orası sağ ağırlıklıydı. Lisedeyken mantık dersinde yaptığımız çıkarımlardan ne kadar haz almışsam, yaşatılan bu durumdan da bir o kadar nefret ettim. Varolan bir iki genel bilgiden sonra ortaya çıkan sonuç susturmuştu beni, hayır diyebildim zar zor çıkan bir sesle. Gözlerinden ışık saçarak (evet ışık saçarak abartmıyorum) “Alevi misin?” diye sordu, utandım Alevi olmadığım için, yüzüm kızardı terlemeye başladım ve yine “Hayır” diyebildim güçlükle. Hayatı boyunca tanıştığı insanlara “Nerelisin?” sorusunu sormaktan kaçınan ben, hangi mezheptensin, dilin ne, dinin ne, inanır mısın diye sormamayı ilke edinmiş ben, böyle bir durumla karşılaşınca afallamıştım. Bunca yıl dostlarımı insan oldukları için sevmiştim zira, nereli olduklarının, hangi kültürle beslendiklerinin önemi yoktu bana göre, önemi olmamıştı ve olmayacaktı da. Ben yaşadığım bu gerçekliklerle ne olduğumu belli ediyor ve afallamadan “Nesin sen?” sorusunu yanıtlayabiliyordum çünkü “Hümanistim!” diye...

Hiç yorum yok: