14 Ekim 2010
Bir proje, çok insan...
Oldum olası gezen tozan insanlara bayılırım. Bu işe başlarken de ‘gezip tozma’ hayalleri içinde başladım. Mesela bir Tayfun Talipoğlu gibi derelere, tepelere atayım kendimi, emmilerde, teyzelerle sohbet edeyim, fotoğraf çekeyim, köyün delikanlılarına aşık olayım, bunların oturup hikayelerini yazayım istedim hep. İstedim de yapamadım. Ama şimdi bunun nedenlerini açıklama zamanı değil… Konumuz başka bir şey, bir blog yazarı…
Adı Ayci, Almanya’da doğmuş sanırım, fotoğraf sanatçısı, şimdi Türkiye’de. Onu bana yakın kılan –bunu kendisine söylemedim galiba- Almanya’da yaşayan kuzenime çok benziyor olması. Hem esmer hem sıcak. Sıcak çikolata gibi, ama içinde gerçek çikolata parçacıkları olanından…
Onunla ben de ne zaman oldu tanışalı bilmiyorum, yok yok yüz yüze gelemedik henüz, benim histerik zamanlarımda ‘heyy kendine gel’ mesajları yazar bloğuma, ben de hikayelerini salya sümük okuduktan sonra ‘ben de istiyorum’ diye sızlanırım hala. Eh serde ‘gezgin’ olma sevdası var, atılamayan ama bir türlü de gerçekleştirilemeyen ne yaparsın…
Neyse efendim, konumuzdan sapmayalım. Bu Ayci kişisi bir gün benim bloğuma koyduğum bu yazının altına okuduğunuz yorumları yaptı. Ben de kitap hediye etmeye bayılan hatta uzaklarda çok uzaklarda olan bir arkadaşına şu günlerde güzel bir sürpriz hazırlamanın telaşında olan birisi olaraktan kitabı ona hediye ettim. Bir zaman sonra kendisinden kitabı beğendiğine ve iznim olursa kitabı bir başka blogcu ile paylaşmak istediğini ifade eden bir mail aldım. Hemen hayhay dedim. Düşünsenize blog dünyasını dolaşan bir kitap. İnsanlar tanımadıkları insanlara kitap hediye edecekler. Çok hoşuma gitti bu fikir.
Neyse, Ayci projesini gerçekleştirmiş. Bloğunda da bahsetmiş. Ben bayıldım kitabı sunuş şekline. Kıskandım da. Bundan sonra böyle yavan fotoğraflar çekmeyeceğim dedim kendime…
Neyse, sabah bloğumu açar açmaz Ayci’nin yazısını görünce pek bir mutlu oldum. Bir de buradan teşekkür edeyim diye kendisine işte oturdum bunları karaladım…
Not: Dün Altın Portakal Film festivali’nin kapanış gecesindeydik haberciler olarak. Arkamda Tayfun Talipoğlu oturuyordu. Benim oturduğum sıranın diğer ucundaki arkadaşım hemen telefonla aradı, arkanda kim oturuyor biliyor musun demek için. biliyorum dedim. Bak bu bir işaret, gitsene dedi. Yok dedim yapamam, ne diyeceğim adama. Ben yaparım falan derken, sen ona benim bloğun adresini ver dedim. Verdi mi bilmem. Amannnnn, Tayfun Talipoğlu hep Antalya’da zaten. Bir gün daha iyi bir yerde karşılaşırım elbet. Mesela iş güçle uğraşmıyor olduğum bir zaman….
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
7 yorum:
İçinde kitap olan projeler hep guzeldir.. ama birde bu denli anlamlı olunca ben bile heyecanlanmadan duramadım ki..
senin yanina bir ben gerek...
arkadasin dogru demis. gidip NABER TAYFUN demene gerek yoktu...ama ne bileyim...birseylerde olsa kekelemen gerekmez miydi?!
acikcasi ben olsam...senden daha farkli davranmazdim sanirim.
ayrica...sarildim uzakta olan arkadasima.
kaldi ülke fazla buyük oldugu icin, uzak saniyoruz birbirimizi.
kaldi ki...ufak olsa daha yakin olurduk belli ki :)
Nehirsel; kitap güzeldir, insanı güzelleştirir:)
Ayci; Ben heyecanlı bir hatunum, gidemedim. Ama akşam bir telefon alacakmışım öyle söyledi arkadaşım.
Yeniden teşekkür ediyorum. Ne demişti Tayfun, 'Yollar uzun, memleket şartları çetin. Biz artık gidelim:))'
harika bir fikir olmuş gerçekten..elden ele geze ve her eline geçen nickini ve küçük bi yorumunu paylaşsa kitabın üzerine.yeme de yanında yat =)
Zaten öyle oluyor zeyzey, kitabın içine notlar ve bloglar da yazılıyor. Ama umarım kitap yıpranmaz bu şekilde:)
Ben soramadım oda cevap veremedi
Evet o benim. İtifraf ediyorum ben açtım o telefonu. Bende Banu Güven'e aşıktım üniversitede. Bir tek onun haberlerini seyreder, bir tek ona inanırdım. Hep o olmak istedim ama şuana kadar olamadım. Ama ben olsam konuşurdum ve konuştımda Banu Güven'le. O arkama oturmamıştı ama ödül almak için geldiği fakültemden, her gece ona bakarak türlü hayaller kuran bir hayran olduğunu öğrenerek döndü.
Onu ilk gördüğüm an kafama koymuştum ve kaptığım gibi bir mikrofonu koşarak gittim yanına. İlkin boyunun ne kadar kısa olduğunun ama gözlerinin çok daha güzel olduğunu geçirdim içimden ve soru soramadım. Oda cevap veremedi doğal olarak. Kısa süren heyecen fırtınasının ardın dünyanın en iğrenç sorusunu sordum: Nasıl buldunuz üniversitemizi? Bu soru bilinç altımda şunu çağrıştırdı bana "Ben nasılım". Oda bişeyler söyledi ve mikrofonu verip kameraman arkadaşıma gitmesini söyledim. Döndüm tekrar hayallerime ve ben sizin hayranınızm deyip sustum. Oda sustu ve gittim.
Ben olsaydım söylerdim dün. Tamda fırsatıydı. 2 bin kişilik salonda gelip arkana oturmuştu. Sen söylemedin oda gitti zaten oradan. Çünkü söylemeni beklemişti. Ne bu akşam seni arayacak nede bir kez daha böyle yanyana geleceksiniz.
Artık Banu Güven izlemiyorum. O düşünsün.
Ya ben onunla bir kere yüz yüze bir kere de telefonda konuştum. Ama çok salakçaydı. Daha güzel bir şeyler olsun istiyorum, onun için dün bir şey yapamadım:)
Yorum Gönder