28 Kasım 2011

Dil çıkarma problemi...



Az önce şu blogun sahibi arkadaşım gönderdi Myra’da çektiği bu fotoğrafı. İçimde bir sıkıtı vardı, kulağımdaki kulaklığı çıkarıp çözmeye çalıştığım geç kalınmış röportajı kapatarak fotoğrafa baktım.

Şu ortadaki adam, dil mi çıkarmış sahi? Hayatla mı dalga geçiyor, yoksa benimle mi? Bilmiyorum, ama ben de hayata bir dil çıkarmak istiyorum onun gibi…


*Bu fotoğraf Hamit Seçil tarafından Myra'da çekilmiştir...

26 Kasım 2011

Öfkeliyim...

Tesadüf değildi dün okuduklarım. Dün basına yansıyanlar tesadüf değildi. ‘25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü’ dolayısı ile ortaya çıkmış haberler değildi. Gazeteciler illa ‘cinayete, şiddete kurban olmuş kadın’ portreleri aramadı dün. Sokaklar cinayete kurban gitmiş, şiddete, tacize maruz kalmış kadınların ‘hikayeleri’ ile doluydu çünkü.

Bundan yıllar önce çocuk yüreğimle hissettiğim acıyı, dün izlediğim bir video ile yeniden yaşadım. Bir kadın vardı yatağında uzanmıştı, bacalarında bıçak yaraları, yanında minik kızı. Kızının saçlarını okşayıp öpüyordu. Unutsun diye yaşananları, belki de nefret etmesin diye babasından. Çünkü anneler, kızlarının babalarından nefret etmesini istemezler. Babadır nihayetinde çocuklarının gözünde. Acılarını içlerine gömüp oturur anneler, sineye çeker. Ama çocuklarının babalarından nefret etmesini asla istemezler….

Dün onu izlerken çocukken yaşadığım bir tablo geldi gözümün önüne. Nefretim, acım, güçlü bir kadın olma isteğim. Baş kaldırışım o zaman başladı. Ve ben dün o videoyu izlerken, o minik kızın dünü, önceki günü hiçbir zaman unutmayacağını bildim. Ben unutmadım. Güçlü bir kadın oldum, yine unutmadım.

Dün yüzlerce haber geçti internet siteleri. Bir önceki günden farklı değildi hikayeler. Sadece daha görünür olmuşlardı. Evin içinden çıkıp sokağa taşmıştı şiddet ve taciz ve cinayet ve niceleri.

Dün yine genç bir kadın maruz kaldığı tacizi anlatırken titriyordu. Küçük bir çocuğun tacizi sonrası yaşadığı ‘erkek bürokrasisi’ sıkıntısını anlatırken gözyaşlarını tutamıyordu. ‘Bunu yapanların anneleri, kız kardeşleri, ablaları’ yok muydu diye soruyordu ağlayarak. Vardı dedim içimden, o ablasını, annesini, kızı kardeşini ve kızını ‘kendisi gibi sapkınlara’ maruz kalmasın diye eve hapsetmişti, sen göremezdin onları.

Dün, daha nice kadınlar evde, sokakta, işte tacize, şiddete maruz kalıp, cinayete kurban gidiyordu. Dün biz bize gösterildiği kadarını gördük internette, gazetelerde, televizyonlarda. Ama dün olanlar, ‘şiddete karşı bir gün’ dolayısı ile gösterilmedi. O şiddet, taciz, cinayetler hep vardı. Dün olağan bir günü yaşadık sadece….

*Daha çok şey var; kızını satan ‘anne ve baba bozuntuları’, eşini öldüren ‘koca bozuntuları’, çocukken evlendirilen minik kızlar, kendi cinselliğini öğrenemeden koca şiddetine maruz bırakılıp çocuk yaşta anne olanlar, entelektüel şiddete maruz kalan kadınlar…. Öfkeliyim, yazamıyorum…

* Bir şey daha ekleyecektim, aklımdan çıkmış. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin. Muhteşem bir kadın. Antalya'da izleme fırsatım oldu. Samimi, sıcakkanlı, çocuk sevgisi en üst seviyede muhteşem bir anne her şeyden önce. Deneyimli ve bakanlığa yakışır bir kadın. Bir önceki, bakanları düşününce hele. Ben Bakan Şahin ile bir şeylerin değişeceğini umuyorum. Zor ama umuyorum....

20 Kasım 2011

Pazar karalaması...



İşyerinden bir arkadaşım izne çıktığı için yokluğunda Pazar mesailerini ben yapıyorum. Haliyle Cumartesi günü çalışmıyorum. Aslına bakarsanız Cumartesi günlerinin yoğunluğunu arkamda bıraktığım için mutluyum ama Pazar gününün tatil olmasına alışmış olan bünyem işte olmayı pek kabullenemiyor.

Bugünlerde uykumu alamadığımdan, uyumaya doyamadığımdan yataktan zar zor kalkıyorum. Alarmın sesini bile son anda duyuyorum. Uzun çok uzun bir tatile gitmek istiyorum bu ara. Böyle hiçbir şey düşünmeden, bu nerede şu nasıl diye kafa yormadan. Telefonumun sesini duymadan hem de. Çok gezmek, çok fotoğraf çekmek ve kitabımı elime alıp okuyarak uyumak istiyorum.

Böyle gidersem emekli olamayacağımı da biliyorum. Emeklilik hayali kuramadığım için tatil hayalleri ile yetiniyorum…

18 Kasım 2011

Güzel Ankara'M...

Aslında dün yazacaktım bu yazıyı, ama 63 yaşında işyerini kaybetmiş bir adamın gözyaşlarına şahit olunca içimden yazmak gelmedi. Hoş şimdi de yazacak durumda değilim ama az da olsa Ankara gezisinin ucuna dokunacağım….



Beklediğim gibi miydi derseniz, Ankara değişmiş, güzelleşmiş. Tadına doyamadım ama çok özlediğimi bir kere daha hissettim orada. Kalabalığını, kitapçılarını, sokaklarını çok özlemişim. O kendine has havasını çok ama çok özlemişim.

Benim için bu gezinin en güzel yani yıllardır görmediğim bir dostumu görmek oldu. Nasıl sarıldım sımsıkı bilemezsiniz. Yanımızda başka arkadaşlarımız da olduğu için çok fazla dedikodu yapma şansımız olmadı açıkcası ama bize kalan zamanın tadını çıkardık.



Arkadaşlarla buluşmadan önce yeni açılmış bir yerde yemek yedik. Sonra kitap alamama pahasına da olsa kitapçıları gezdik. Keşke Antalya’da da olsa diye geçirdim böyle güzel sokaklar, böyle güzel kitapevleri. Keşke Antalya’da da yaşı 15-16 olan erkek çocuklarını kitap karıştırırken görebilsem diye geçirdim içimden. Arkadaşlarla da bunu konuştuk. Yıllar önce, daha ben üniversiteye giderken Işıklar Caddesi’ne açılmış ama bir süre sonra kapanmış olan kitapevlerini anlattım onlara, hep birlikte şehrimizin kültürden nasibini alamamış yanına acıdık.

Samatya kapanmıştı, o güzelim mekan. Baktım da ‘erotik shoplar’ vardı üst üste kapanan binada. Çok üzüldüm. Benim orada anılarım vardı oysa.



Sakarya yine aynıydı, aynı güzel, aynı canlı. Yine hayıflandım Antalya’da neden bir Sakarya yok diye. Neden gidip siyasetten aşk meselelerine kadar rahatça konuşacağımız, kendimizi dünyadan yalıtılmış gibi hissedeceğimiz bir mekan yok diye.. Yine Ankara ile Antalya’yı karşılaştırırken buldum kendimi.

Tebdili mekanda ferahlık varmış ama gerçekten. Rahatladım orada. Dönüş yolunda molada bile uyanmadan Ankara’ya geldim.



Unutmadan AŞTİ’de canımı sıkan bir manzara ile karşılaştım. Ellerine bardak alıp dilenen genç kızlar vardı. Yanınıza boynu bükük yaklaşıp ‘ters’ bir cevap alınca dikleşen ve bir başka kurbanına gittikten sonra yine boynunu eğen gençler. Çok acıdım. İçlerinde 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu da vardı. Yanıma yaklaşıp bardağı uzatarak ‘afedersiniz …’ diye başladı sözüne. Benim ‘Ablacım elinize bardak almışsınız…2 di,ye devam eden konuşmamı dinlemeden küfredip ayrıldı. Acıdım, çok acıdım. AŞTİ’deki bu durumu gören bilen yok u bilmiyorum ama Ankara’ya yakışmadığını düşünüyorum…

Not 1: Bu arada vizemi aldım. Salı günü Paris’e gidiyoruz. Programımız daha da güzelleşmiş. Bol bol fotoğraf çekeceğimi umuyorum…

Not 2: Ayfer Tunç’un Yeşil Peri Gecesi kitabını birkaç gün önce bitirdim. Bayıldım, öldüm bittim. Onun üzerine bir yazı yazacağım ama sanırım karşılaştırmalı olacak. Elimde Ayşe Kulin’in yeni kitabı ‘Gizli Anların Yolcusu’ var. Ayfer Tunç’tan sonra, nasıl desem ‘basit' geldi bana, kolay geldi ya da. Hikaye farklı bir boyut aldı, samimiyetsiz buldum ama tabi kitabı daha bitirmedim. Haksızlık etmeyeyim şimdiden…

14 Kasım 2011

'İkinbinaltı'da dönmüştüm hayallerimin şehrinden...

Bugün Ankara’ya gidiyorum. Akşam 23:30’da bineceğim otobüse, yıllar sonra yine Ankara yolcusu olacağım. Bu sefer yanımda dolu dolu valizlerim olmayacak. Ama her seferinde o şehre giderken yaşadığım heyecan kat be kat fazla olacak.

2006’da dönmüştüm hayallerimin şehrinden.

Daha 20001 yılındayken ben Ankara’da okuyacağım diye not etmiştim defterime. Hedefimi belirlemiştim. O zamanlar yollarda olan ve heyecanını yitirmediğini gördüğüm Tayfun Talipoğlu’nun Ankara’daki NTV stüdyosuna gidip ‘bunca zaman yazdığım maillere neden yanıt vermedin’ diye hesap soracak, hiç yanıt almadığım mailler sonrası ‘acaba eşi mi siliyor’ sorusuna yanıt bulacaktım. Yapmadım. Bir kere girdim NTV kapısından, kameraman arkadaşlardan birisi ‘burada değil’ demişti. Oturup çay içmiştik, montaj odasında gezinmiş ve çıkmıştık…

Bir daha da gitmemiştim Talipoğlu’nun yanına. Ta ki Antalya’da özel bir gecede, kıçımdan ter akarken yanına gidip ‘sizi çok seviyordum’ diyene kadar. Her zaman duyduğu sözlere aşina olan Talipoğlu, yüzüme bakmış, elimi sıkmış ve oturmuştu.

2006’da dönmüştüm ben hayallerimi yıkan şehirden…

Heyecanlıydım o zamanlar, o kadar ok hayalim ve bunları yaparak inanılmaz bir gücüm vardı. Okulu bitirip bir an önce çalışmak, ‘dünyayı kurtarmak’ istiyordum. İlk hayal kırıklığımı yaşadığım şehirden, hiçbir beklentimin olmadığı şehre giderken otobüsün camına akıtıyordum göz yaşlarımı. Nerden bilebilirdim ki hayatımın burada şekilleneceğini.

Sonra bir İstanbul macerası oldu ki şimdi onu buraya sıkıştırmayayım. Ankara’ma gidiyorum ben bugün, vize almaya. 2006 yılında bıraktığım şehre. Dostlarımı görmeye daha çok. Ankara’nın soğuğunu içime çekmeye. Simit yemeye, Karanfil’de dolaşmaya, Sakarya’da sarhoş olmaya, Güvenpark’ta Kurtuluş’ta oturmaya. Belki eski okulumun önünden de geçerim, bilmiyorum. Ama ben bu gece Ankara’ya gidiyorum. 5 yıldır görmediğim şehre, canım Ankara’ma, canım dostlarıma, canım başkentime gidiyorum…

12 Kasım 2011

Keşke benim gibi korkak olaydınız...

Deprem olurken, yani Van’da ilk deprem olurken, İHA muhabiri kamerasını açmış deprem anını çekiyordu. Dolaplar bir bir yere düşüyor, bina zangır zangır titiryordu. Görev aşkı mı denir buna, refleksmi inanın bilmiyorum. Başıma gelmedi. Ama o an onun yaptığını izlerken, ‘Manyak mısın bırak kaç, canını kurtar’ diyordum içimden…

Dün bir toplantıdayken Van’a gidip Bayram Oteli’nde yer olmadığı için başka bir otelde konaklayan TRT muhabiri arkadaş kendisi için şöyle söylüyordu, “Cahil aklı işte, arabada uyu ne diye otele gidiyorsun ki”. Cahillik mi cesaret mi, cahil cesareti mi bilmem. Ben orda olsaydım korkumdan ayağımı sokmazdım içeriye, arabayı binalardan uzak bir yere park ettirir içinde uyumaya çalışırdım.

Korkuyorum evet. Artık Antalya’da 30-40 yılını geçmiş, 99 depreminden sonra çıkan Yapı Denetim Yasasına rağmen ‘denetlenmeden’ yapılan binalarda yaşadığım için korkuyorum. Ölümden korkuyorum. Bok yoluna ölmekten korkuyorum. Nefes alamamaktan korkuyorum. Cem gibi Sabahattin gibi beton yığının altında kalıp bir ‘hiç’ uğruna hayatımdan olmaktan korkuyorum.

Görev şehitleri diyor internetlerde, ‘görev şehidi’ ne cafcaflı bir söz. Sonra ‘ses getirmiş’ haberleri sıralanıyor. Aman ne mühim, ne hoş. Daha bir gün sonra kese kağıdı olup unutulmaya yüz tutmuş haberleri. Kızıyorum, ikisini de tanımıyorum. Ama ne şartlar altında çalıştıklarını az çok biliyorum. Keşke diyorum, keşke o lanet olası otelde kalmasaydınız. Keşke bana ‘bir gün boku bokuna’ öleceğim gerçeğini hatırlatmasaydınız. Keşke oradan sağ çıksaydınız da umutlarımız tükenmeseydi. Keşke diyorum siz de benim gibi korkak olaydınız…

11 Kasım 2011

Bugünü birileri ölümle anımsayacak...

Az önce 11.11.2011’in saat 11:11’de doğurtulacak olan çocuğunun haberini yapmak için ofisten çıktım. Dün planlanmıştı, vaktim azdı. Gittiğim yerde hastanın daha ameliyata alınmadığını, genel anestezi olacağını ve sezeryan sonrası uyanmasının 1 saati bulacağını öğrendim. Çantamı alıp çıktım.

Bugün yine 11.11.2011 çılgınlığı için Antalya’da iki düğün olacak. İnsanlar ‘dünya evine’ girecek. Çocuklar doğurtulacak, birileri 11.11.2011’de ölümle tanışacak. Birileri mutlu olurken birileri yas tutacak….

Her günün özel olduğunu düşünen birisi olduğum için bu gün, bugünü özel hissedenlerin aksine, bana hiçbir şey hissettirmeyecek. Sabah neden bilmem ODTÜ’den mezun olduktan sonra Antalya’da saçma sapan bir trafik kazasında yatalak olan arkadaşımı düşüneceğim. Sonra gelip gazeteleri açacak ve ta Japoonya’dan gelip Van’ depreminde hayatını kaybeden adamın tanıdık yüzüne bakıp acıyacağım. Utanacağım. Öfkeleneceğim.

Bayram Oteli’nin enkazı altında kalan gazeteci meslektaşlarımı düşüneceğim. Ben de bir gün onlar gibi mi öleceğim diye geçireceğim aklımdan. Serrose’nin bloguna girip yazdığı yazıyı okuyup daha çok kahrolacağım. Bugün, yani 11.11.2011 tarihli günü, bana kötü şeyler anımsattığı için hiç sevmeyeceğim.

Sonra messengerda çok sevdiğim bir abim “Gencecik körpeleri beton yığınları altında bırakmayı iyi becerdiğimiz gibi, vakti gelmemiş çocuğu da doğurtmaya kalkıyoruz.” diyecek. O mesaja bakıp kalacağım….

09 Kasım 2011

Ve Paul Auster ile de tanıştım...



Birkaç yerde daha anlatmıştım. Ama tekrar etmekte fayda var diye düşünüyorum.

Paul Auster ile tanışıklığım Ankara günlerime kadar uzanır. Bir Ekim Ankara’sında Kızılay Metrosu’nun hemen çıkışında bulunan küçük Dost Kitapevi’nden alınıp İstanbul’a gönderilen bir doğum günü hediyesiydi Yanılsamalar Kitabı. Arka kapakta yazan hikaye, bu hediyenin en doğru seçim olduğuna inandırmıştı beni. Kendime de söz vermiştim o sıra, alıp okuyacağım diye ama bir türlü fırsatını bulamamış ertelemiştim.

Geçtiğimiz Eylül ayında Bir Dilim Sohbet’in leziz yazarı sevgili Zero blogunda önermişti Paul Auster’i. Merak edip o günleri anımsamış ve hemen akabinde Yanılsamalar Kitabı’nı İdefix’ten sipariş etmiştim.

Genel beğeni görmüş olan kitapları ben de çoğu zaman beğeniyorum. Ve okuduğum kitaplarda beni daha çok yazarın kıvrak zekası içine çekiyor. Paul Auster’de bu kitabında kıvrak zekası ile beni kendisine bağladı. Kitabı elimden bir an olsun bırakmak istemedim desem yeridir. Vaktim olabilir belki düşüncesi ile işyerine bile getirdiğim oldu kitabı. Bugün işlerin sakin olmasını fırsat bilip, klasik müzik eşliğinde de bitirdim kitabı. Hem de yüzümde bir gülümseme ile.

Ben kitap okurken film izler gibi hissederim kendimi. Roman kahramanları ete kemiğe bürünüp oynamaya başlarlar kafamda. Yanılsamalar Kitabı da bana bu duyguyu yaşattı. Kitabın içinde anlatılan film senaryoları ise film içinde film çekme zevkini bana yaşattı. Bir ara film kahramanının yüzü bile geldi gözümün önüne.



İnsana gerçeklik hissi uyandıran, ayrıntıların ince dizilimi, olay örgüsünün birbirini tamamlaması ise yazılan romana beni hayran bırakan bir başka sebeptir. Yanılsamalar Kitabı, roman yazma hevesi olan ve bu konuda ilk adımlarını yakında atacak olan beni kendisine hayran bıraktı.

Kitabın arka kapağına baktığınızda basit bilindik hiçbir sürprizi olmayan bir olay örgüsü ile karşılaşacağınızı sansanız da Paul Auster sizi kendine has uslubu ile şaşırtıyor. Hayran bırakıyor ve içine çekiyor.

Başka ne söylenir bilmiyorum. Ben Yanılsamalar Kitabı ile Paul Auster’e il adımımı attım. Umuyorum bir gün ben de yazdığım romanla insanları düşündürür, kitabın son cümlesi bitip kapağı kapandığında insanlarda kitabın ön yüzünü okşama hissi uyandırır ve gülümsemelerine sebep olurum.

Sen İdefik’te misin…



Aslına bakarsanız ben de sizlerdenim. Yani kitap görünce dayanamayanlardan. Kitaplığımda aldığım ve okumadığım bir sürü kitap var. Çoğu araştırma kitabı. Roman okumayı sevdiğimden önceliğimi onlara veriyorum, ama sonra başka bir roman çıkıyor, sonra başkası ve diğer kitaplarıma sıra gelmiyor.

Benim bu kitap ‘hastası’ halimi gören sevgilim, biz evlenen kadar kota koydu bana. Geçenlerde Mino’nun Siyah Gülü’nü ve İnci Gibi Dişler’i hediye etmiş olsa da kitaba dokundurtmuyor, kitapevlerinin önünden geçmeme dahi izin vermiyor. Sıra internete gelince kota koyamayacağı için de içi içini yiyiyor biliyorum.

Az önce ben yine idefixe girmişken onu aradım. Vedat Türkali’nin Fatmagül’ün Suçu Ne kitabının yeni basımı yapılacakmış, görünce ‘aaaa’ diye bir tepki verdim. Ne oldu dedi, böyle böyle diye anlattım. Bana verdiği tepki aynen şu oldu, ”Sen İdefixte’ misin?” Ağlanacak halime güldüm dostlar.

Şimdi ben en son İdefixe alışverişimden aldığım üç kitabın ikisini bitirdim, hediye aldığım iki kitaptan da birisini yedim yuttum, diğeri beni sarmadı zamanı gelince elime alayım diye bıraktım. Şimdi beni bekleyen bir tane taze kitabım var, onu da okuyacağım. Sonra ne yapacağım bilmiyorum.

Aslında kitap alamıyorum diye kitap hediye eden blogerları takibe aldım, kendimden utanıyorum. Bana çıkmıyor, kaç kere denedim ama yılmayacağım. O kitaplar benim olana kadar savaşımı sürdüreceğim.

08 Kasım 2011

Benim de bir pasaportum var...



Geçen hafta çok yoğun geçti. hele Cuma günü benim için bir azaptı. Kamu kurumları tatile giriyor diye işlerimizi bitirmemiz gerekiyordu. Son ana işlerini bırakan bendeniz hayli zorlandım.

Ayın 22’sinde Paris’te Antalya’nın EXPO için kararı açıklanacak. Buradan da basın mensupları bu olaya tanıklık edecek. Ben de onlarla birlikte gideceğim. O yüzden Cuma günü pasaport işlemlerini halletmem gerekiyordu. Sabah Serik’e okul tanıtımı için gittikten ve hiçbir şey yapamadan döndükten sonra pasaport işlemleri için uğraştım.

Evet emniyete gitmeden önce arayıp “ben öncelik istiyorum” da dedim. Gerek yokmuş, gelen insanların işleri hemen çözülüyor. Aslında kalabalık da yoktu. Yani araya sıkıştırılmadan halledildi işim. Bugün de pasaportumu aldım.

Bu işin en heyecan verici kısmı ne biliyor musunuz, Ankara’ya da gidecek olmamız. 5 senemi geçirdiğim o güzel memlekete. Nasıl özledim bilemezsiniz. Vize işlemleri için yanılmıyorsam 16 Kasım da Ankara’da olacağız. Havasını solumak bile yetecek bana inanın. Yazarken bile gözlerim doluyor. 2006’dan beri gidemedim oraya. Çok özledim çok.

Paris’te benim için ilkleri yaşayacağım yer olacak. İlk yurtdışı seyahatim benim anlayacağınız. Bir de sadece ayın 23 ‘ünde işimiz olacak. 22’sinde güzel bir şehir tutu ve Sen Nehri üzerinde yemek, 24’ünde de akşam 5’den önce Paris gezisi, plansız programsız hem de. Arkeoloji okuyan kız kardeşimin Louvre Müzesi, talebi var, oraya gitmem gerek. Daha araştırma yapacağım. Hatta hiçbir şey yapmasam da gidip bir meydanda oturup insanları izleyeceğim. Değişik bir deneyim olacak anlayacağınız.

04 Kasım 2011

Ispanağı çok severim...



Sabah kahvaltıları, öğle ve akşam yemekleri bizim meslekte hep sorundur. Hızlı tüketir hazmedemez, düzensiz beslenirsiniz. Ayaküstü bir şeyler atıştırır, iki saat sonra karnınızdaki gurultu ile kendinize gelirsiniz.

Ben mesela, yemeklerde çok seçici değilimdir. Sebzeyi çok severim, hamur işine bayılırım. Sıra ete gelince beyaz olanını tercih ederim. Eğer kırmızı et yenecekse de köfte haline getirilmişini isterim.

Öğle yemeklerinden genelde dışarıda olurum ben. Eğer sulu yemek yiyeceksem, yıllardır lezzetli yemekleri ile Antalya’yı ‘doyuran’ Mina’yı tercih ederim.

Aslına bakarsanız ben burayı yeni keşfettim. Bir öğlen arkadaşım götürdü beni buraya, bir tabak ıspanak yedim, aşçısına tarifini sordum, bildiklerimi anlattı bana ama lezzetine şaşırdım. “Usta bana doğruyu söyle ne katıyorsun buna dedim” hiç usanmadan aynı şeyleri bana anlattı, pes ettim.

Birkaç gün önce yine gittim. Beni ‘ıspanak yiyen kadın’ diye hatırlayan ustaya “Hani benim ıspanağım” diye sordum. “Artık ıspanak olmadığı zamanlarda geliyorsun” dedi. Sonra bana ‘semizotu yemeğini’ takdim etti. “Başka yerde bulamazsın” diye ekledi. Gülüştük arkadaşımla, “Sadece bu restorantta” diye söylemeyi de ihmal etmedi. Onu da sevdim, diğerlerini de. Eğer Antalya’ya gelecekseniz Antalya Valiliği’nin yanında bulunan Mina’ya kesinlikle uğrayın derim. Öğlen yemek çıkarıyorlar sadece ve hemen bitiyor. 12’yi geçirmeden gidin, temiz lezzetli yemeklerinizi yiyin ve karnınızı doyurun,i çayınızı için ve mutlu olun derim…


*Bugünlerde işler yoğun, post giremiyorum. Hasta olmakla olmamak arasında gidip geldiğim için tembelleştim, çok yoruluyorum…

*Fotoğraf Mina’nın yemeklerini yapan aşçıya ait. Kendisi işyerinin ortağı aynı zamanda…