30 Ağustos 2010

İlk günler çok önemlidir

Hayatınızın bir çok döneminde 'ilk gün' yaşamışsınzıdır. Okulun ilk günü, sevgilinizle ilk gün, ilk öpüşmeniz falan filan. Şimdi ben de iki ilk günümü sizinle paylaşmak istiyorum. Efendim öncelikle sigaradaki ilk gün sıkıntılarımı atmış bulunuyorum, bir süre önce attığım 'Ben istediğim zaman bırakırım, zaten içime çekmiyorum' nidalarımın ne kadar da boş olduğunu şu an anlamış bulunmaktayım. Zira dumanı çok çekici geliyor hala. Neyse, hayallerden vazgeçmemek için devam edceğiz. Ve ikinci ilk günü de dün başladığım diyetle halletmiş bulunuyorum:) Diyette güzel bir ilk gün geçirdim, akşam aç uyudum evet ama güzeldi be:)Savrulun ben geliyorum:)

Bir kere daha ben...




Sabahleyin fotoğraflarımı karıştırıyordum. Bu çocuğun fotoğrafını buldum. Fotoğraflarla photoshop programında oynamayı sevmem pek. Denemek için bir hafta kadar önce bu fotoğrafla oynamış renkleri daha belirgin hale getirmiştim. Çocuğu görünce bisiklete binemediğim aklıma geldi. Liseye giderken benden 10 yaş küçük olan erkek kardeşim öğretmişti bana binmeyi oysa. Hep 4 tekerlilere binmiştim o zamana kadar. Neyse, başarılı bir Pazar günü denemsinin ardından bir daha binmemiştim iki tekerlekliye. Neden bilmem ama korkuyorum işte. Korkularımla yüzleşmek konusunda da pek ısrarcı değilim. Ha bir de bugün rejime başladım. Ot yiyiyorum, hadi hayırlısı…

Not: Sakın bana şunu ye bunu yeme diye öneride bulunmayın. Çünkü ben artık bir diyet uzmanıyım…

28 Ağustos 2010

İbreti alem için



Tamam muhtarım, sizin bir suçunuz yok. Ama artık burama kadar geldi. (Sayın okuyucu buram, burnum ile alnım arasında olan kısımdır) O yüzden kusura bakma ibreti alem için bunu yayınlıycam. Çünkü ben senin gibi diğer tüm muhtarlardan da 12 punto ile bir word sayfasına bilgisayarda tam bir sayfalık köşe yazısı beklerken siz bana her Cumartesi günü, hem de tatilime rahat rahat girtmedği bekleiğim o gün böyle abuk abuk köşe yazıları gönderiyorsunuz. Pes artık ya pes... Bıktımk ben de ya her Cumartesi muhtar kimliğine bürünüp bir sayfada tekrarladığım cümleleri karalamaktan. Ayhhh geliyorlar bana!!!

Not: Şahsın ismini karalamaya çalıştım pek beceremedim. Olsun artık o kadar da ibreti alem için dimi ya.

O zıkkımı bir daha zor içerim

Dün arkadaşımla önce yemek yedik, ardından bir cafeye gidip çay ve sigara içtik. O yaktı ben yaktım o yaktı ben yaktım. Başım döndü, sarhoş oldum, miğdem bulandı neredeyse yediklerimi çıkaracaktım. Oradan bir bara gittik, çok olmasa da yetenekli bir grubun zevksiz müziklerini dinledik. Ben soda söyledim o votka vişne. Bir yudum bardaklardan bir nefes sigaradan çektik. O yaktı ben de yaktım, o yaktı ben yine yaktım. Yemek sonrası aldığım bir paketin dibini 3 saatin sonunda gördüm. En son kalanları da çoğu zaman yaptığım gibi ‘Bu paketi sen al ben bir daha içmeyeceğim’ diyerek arkadaşıma verdim. Sabah annem bana ‘senin yüzüne ne olmuş böyle, krem sür biraz kararmış’ dedi. ‘Sigaradan’ dedim bende. Genç yaşımda yaşlandım yahu. Şimdi de oturmuş gazetenin sivil toplum sayfası için Yeşilay Cemiyeti ile yaptığım çalışmayı hazırlıyorum. Ağzımın içindeki kaslar, artık sigarayı nasıl sömürmüşsem çok fena ağrıyor. Başım desen bir bidon alkol içmişim gibi ağırıyor. Evet sevgili beyler bayanlar, sigaraya savaş açtım. Bir daha sigara içen hayallerine kavuşamasın inşallahhh… Aha kendi kendime büyük beddua ettim, zor içerim. Çünkü hayallerim benim her şeyim…

Not: Buraya çürümüş cigğer fotoğrafı koymadım. Paketlerin üzeirndeki yazılar ve resimler bile bizi caydırmıyorken, çürük bir ciğer resmi hiçbir şey ifade etmez diye düşündüm. Ha bir de sabah arkadaşıma 'Bir daha sigara istersem bana verme, verirsen seninle konuşmam. İçmek istersem de içirme' dedim. Anasını satayım alkole de savaş açtım sigaraya da. Ruhumu ve bedenimi temizliyorum a dostlar:)

27 Ağustos 2010

Heteroseksüelim ama hatunları kesiyorum

Bizim işin bazı hastalıkları var. Yani uzun süre yaptın mı bu işi, yaşlanınca kesin yamuluyorsun. Ne bileyim belin tutuluyor, kadınsan uzun süre ayakta kaldığın için varisin falan oluyor, kamburun çıkıyor falan filan. Bir de bizim mesleğin içine aldığı kadınlara karşı özel bir empoze sistemi çalışıyor. Bir kadın, özellikle işi masaya yumruğunu yaparak yapıyorsa, işte onu sistem ‘erkek’ olma yolunda emin adımlarla sindiriyor. Nasıl mı? İşte böyle….


İşe girersin, ilk yılında telefonda konuştuğun kişilerle ‘siz’li ‘biz’lisindir. Bir süre sonra bakarsın ki bu insanlar ‘abla ve abi’ olduklarında ziyadesi ile iletişim sağlam ve temiz oluyor. Sen de erkeklere ‘abi’ kadınlara da ‘abla’ demek sureti ile haber kaynaklarınla samimi iletişime geçersin. Bu sürecin sonrasında ise bir diğer aşamaya, ‘küfür söyleme sanatı’ aşamasına atlarsın. Gündelik yaşantısında öfkelendiğinde ufak tefek küfürleri içinden eden birisisindir ha bir de sinirlerine hakim olamayan bir hatunsundur da bu evreye geçtiğinde küfürleri sesli ve oldukça ‘sert’ etmeye başlarsın. Hani kadın olarak beceremeyeceğin tek bir şey vardır ya, küfürlere pelesenk olan, işte onu ağzından düşürmezsin yapamayacağını bile bile. Erkek arkadaşlarınla selamlaşmak için el uzatmazsın da, sırtına vurarak ‘naber abi’ dersin. Bir süre sonra onlar gibi kadınları izlemeye başlarsın , yanında bulunan erkek arkadaşına ‘Abi baksana hatuna, off off’ derken bulursun kendini. Sistemin seni yavaş yavaş ele geçirdiğini ise ancak bir erkek arkadaşının ‘Ya biraz kadın olsana’ çığlığı ile fark edersin. ‘Ulan beni siz bu hale getirdiniz’ diye yüklensen de, onların ‘Ya biz meslekte kadın istiyoruz, kadın gibi kadın. Bizden zaten çok var’ yakarışlarını dinlersin. Kulak ardı mı edersin? Zaman zaman, çünkü zaman çoktan geçmiş ve sen her yerde rahatça küfür edebilen, ağabeyleri ablaları olan hatta hatun kesen bir ‘kadın’sındır. Ya da hem Heteroseksüel hem de kadınları kesen bir varlık…

26 Ağustos 2010

Sıcak tutmak için

Çok yoğun, çok yorucu geçiyor. Hasta olacağım galiba. Yazmak istediğim çok şey var aslında. Mesela referandumdan bahsetmek istiyorum, bir kesimin 'evet' bir kesimin de 'hayır' korkaklığından. Hayır siyasi propaganda yaparak değil, şeker tadında. Ama gücüm yok. Başlıyorum, siliyorum, başlıyorum, siliyorum...



Bu yüzden bloğu sıcak tutmak adına dün 'mahalle sayfam' için gittiğim muhtarın fotoğrafını yüklüyorum. İçerisi muhteşemdi, tam bir köşk. Ben böyle muhtarlık görmedim. Muhtarı fırsatını buldukça manken gibi kullanıp çektim. O da sesini çıkarmadı sağolsun. Arayıp 'çayı demledim gel' dedi. Gittim çayımı sigaramı içtim. Etraftan gözümü alamadım. Antika eşyalarla dolu içerisi, antika demeyelim de eski, tarih kokan. Hiçbirisine de para vermemiş. Kepez Mazı Dağı'nın eteklerindeki evinin manzarası 'ANTALYA', hurdacıların akın ettiği yer. Onlardan toplamış bir iki eski eşyayı ve odası dolmuış. Eski radyolar ve iğnesi kırık pikapsa süperdi. Masasının arkasında kocaman bir Atatürk resmi, çok güzel bir hava katmıştı odaya. Flashım yoktu, elimden geldiğince çekmeye çalıştım. (Bu sadece odanın bir kısmı) Giderken de Kayserili muhtarımdan Kayseri mantısı sözü aldım. Oohhh yiyeyim de yarasın:)

24 Ağustos 2010

Hurafeler ya da Hırrrrrr




Küçükken 'mezar taşlarının üstündeki isimleri okursan ömrün kısalır' derlerdi. Az önce habere giderken belediye mezarlığının yanından geçtim. Gördüğüm bütün mezarların üzerindeki isimleri adları ve soyadları ile okudum. O yetmedi bazılarının üzerlerine düşülen 'anlamlı'notları da ezberledim. Onu da geçtim, makinamı çıkarıp fotoğraf çektim. Ve şimdilik hayattayım. Ölmekten korkan ben neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum. Sanırım hurafelerime savaş açtım.


Not:Olur da yakın zamanda ölürsem birileri gazeteyi arayıp benim bloğu okumasını söylesin. Zira bomba gibi haber, 'Mezar taşlarının üstündeki isimleri okudu. Okuduktan üç gün sonra öldü' :))

23 Ağustos 2010

Biraz Türkçe biraz hınzırlık, işte sonuç

Bazen biz de kendi aramızda işte böyle eğleniyoruz. Sabah mahmurluğu ya da günün sıkkınlığını atıyoruz üzerimizden.




Türkçe ‘değişik’ bir dil. Ve ben bu ‘dil’i seviyorum. Bazen bizi edepsizleştirse de :)



*Toplantıda basın mensuplarının oturacağı bölümdeki masaların üstüne ‘Basına Aittir’ yazılı kağıtlardan koymuşlardı. Hınzır bir arkadaş masaya oturur oturmaz bazı harflerın üstünü kapattı ve ortaya bu çıktı. Bu arada, birisi çıkar dellenir, aman ha. Kesinlikle basın mensubu arkadaşlarıma hakaret içermiyor.

Yollara da düşmedim, sadece kendimi arıyorum?!?!?!

Bakımsızım
Kirliyim
Tembelim
Suskunum
Sinirliyim
Küfürbazım
Dengesizim
Terliyim
Şişkoyum
Boşvermişim
Salaşım
Kararsızım
Durgunum
Buruğum
Sevimsizim


Oturdum ‘Ben neyim?’ diye düşündüm. Ortaya bunlar çıktı. Sonra oturdum bunlardan bir şarkı sözü yazılır mı diye düşündüm. Bir şeyler karaladım, sonra birileri yazsın ben söylerim dedim, vazgeçtim. Ama düşündüm, düşündüm, bu şarkının başlığı ne olur diye kafa yordum. ‘Ben ölmeyeyim de kim ölsün’ koymaya karar verdim. Sizce nasıl yaptım?

19 Ağustos 2010

Ben daha çocukken...

Çocukken öğrendiklerin, yaşadıkların gerçekten sonraki yaşamına büyük etkisi oluyormuş. Nasıl birisi olacağını belirliyormuş. 27 yaşıma geldim, bunu tescilledim. Neden mi?

*Ağa dedem (annemin amcası) çocukken oje sürmeme kızardı, günah diye izin vermezdi. (Ona neyse!) Biraz büyüyünce bunun ‘saçma’ olduğunu anladım, ama onu ilk gördüğüm yerde de tırnaklarımı sakladım Şimdi ojesiz dışarıya zor çıkıyorum.

*Ha bir de ‘kızlar pantolon giymez’ diye bir kuralı vardı. Çocukken elbise ile dolaştım durdum. Geçtiğimiz yıl, bir mahallede, yani tanıştığım sakallı bir dede (bizim memleketten) ben pantolon giyiniyorum ve başım açık diye beni ‘kötü kız’ ilan etse de favorim kesinlikle pantolon. (evet popom yok ve elbiseler, etekler güzel durmuyor )

*Ben çocukken Barış Manço’nun yüzüklerine bakar, ‘Onunla tanışınca birisini bana verir mi?’ diye düşünüp dururdum. Onunla tanışma fırsatım olmadı ama onun gibi yüzüklere sahip oldum. Yüzüklerimi çok seviyorum

*Daha anaokuluna giderken bize paylaşmayı öğretmişlerdi, çok kardeşimin olması da etkili oldu ki şimdi bana göre ‘yüreği yumuşacık’ bir hatunum

*İlkokulayken Ankara’dan bir öğretmen atanmıştı, adı Feyza Çobanlar’dı. Bizim sınıf öğretmenimizdi. İlk o kitap aldırdı bana, ilk kitabıma onun sayesinde sahip oldum. Şimdi kitaplarım benim hayatım.

*İlkokul beşinci sınıftayken bir ‘bit’ salgını başladı. Akıllı öğretmenim sınıftan bir arkadaşıma saçlarımızı kontrol ettirdi. Sıra bana gelince sırf ‘doğudan’ geldim diye ‘Gamze kaşınan yerlerini göster’ diye sınıfın içinde bağırdı. Ben temiz çıktım, bizi kontrol eden arkadaşın kafasını ise öğretmenimiz baktı. Bitleri görünce bir çığlık atıp kızı eve gönderdi. O gün bildiğim şeyi ezberledim ve kimseyi hayatımın şu aşamasına gelinceye kadar ‘ötekileştirmedim’

18 Ağustos 2010

Onu nasıl bulacağım?


Bir gün oturmuş sohbet ediyorduk onunla. Benden yaklaşık 30 yaş büyüktü. Aynı yerde büyümüştük, benden 30 yıl önceki memleketi anlatıyordu. Konu, benim de okuduğum o ilköğretim okulunun yakınındaki kitapçıya geldi.

Dedi ki “O zaman param yok kitap alacak. Ancak işte okula gidiyoruz. Kırtasiyenin camekanında bir kitap gördüm, üzerinde bir kadın. Aşık oldum kadına. O günden sonra gittim geldim kitaba baktım… Bir gün kırtasiyedeki adam yanına çağırdı, ‘Okumak istersen vereyim ama geri getir’ dedi, aldım, eve koştum, bir çırpıda bitirdim kitabı….” Kitabın adı ne diye sormuştum, “Mutlaka okumalısın, bulabilir misin bilmiyorum ama adı 25. Saat” demişti.

İstanbul’daydım, Antalya’ya dönünce kitabı aldım. Okudum, beğendim ve bayıldım. Üstünden bir buçuk yıl geçti, ona da kitabı almak istedim. Aldım da. Ama numarası da değişmiş, adresini bulamıyorum. İşin kötüsü internetin de iyi bir kullanıcısı değil…

17 Ağustos 2010

Çocukluk hallerim

Ayci, burada bahsedince ben de çocukluğumla ilgili aklıma gelen bir anıyı paylaşmak istedim.

Sene kaç inanın bilmiyorum, sanırım ilkokula daha yeni başladığım yıllar. Biz müstakil bir evde oturuyoruz, aile evi, halamların da dairesi var orada. Suna ve Gülçin diye de iki tane çocukluk arkadaşım. Her neyse, bunlarla biz birbirimizi oyunlara ‘… hanım papucu yarım çık dışarıya oynayalım’ diyerek çağırırdık. Niye bilmem, sesi duyan kendisini sokağa atardı. Terlikleri değiştirip merdivenlerden çıkmaya çalışır, ters giyerek işi daha zor bir aşamaya getirridik. Yaza doğru da dışarıya konulan odun sobasının içine saklanarak ya da merdivenlerin koruluklarına başımızı sokarak oynardık. Tamam tamam ben sokardım başımı o koruluklara, sonra da zor çıkarırdım koca kafamı.

Yazın olunca ikisi aileleri ile bir yerlere giderdi, ben de Almanya’daki kuzenimi, Nurdan’ı beklerdim. O Almanya’dan daha önce hiç adını duymadığım oyuncaklarını getirir, aklıma ticari fikirleri yerleştirirdi. Biz daha bebeklerimize düğün yapıp, düğün hediyesi olarak getirilen kraker ve çubukları yerken, o küçücük ilçede satış yapıp para kazanabileceğimizi söylemişti. Nitekim yaptık da, ne mi oldu? Battık:)

Bununla kalmadı bizim parlak fikirlerimizin hayata geçmesi. Onların evinde, yatakların konulduğu bir oda vardı. Açılmayan ve içeri girilmeyen bir oda. O odaya girdik ve ‘Neden biz de uçmayalım ki?’ sorusuna yanıt aramaya başladık. Elimize kazların ve tavukların kanatlarından yapılan ve bizim oralarda ‘telek’ denilen o şeyi alarak yatakların üstüne çıktık ve telekleri kanat gibi çırparak aşağı atlamaya başladık. Ben atlıyorum, arkamdan kuzenim atlıyor ama bir türlü uçamıyoruz. Bu denemelerimiz de hiç kullanılmayan odadan gelen sesleri duyan halam içeriye girinceye kadar sürdü. Gelip kapıyı açınca önce ne yaptığımızı anlamaya çalıştı. Benim ‘Hala biz uçmaya çalışıyoruz’ sözlerimi duyunca tarihe kazınacak o lafı etti. “Kızım hadi Nurdan neyse de (zayıf diye), sen bu halinle nereye uçuyorsun” dedi Valla ona o ara kızdım mı bilmiyorum, ama o anı halamlar her gelişinde anlatılır ve her söylediğinde de katıla katıla güleriz. Eh diğer kirli çamaşırlarımızı da dökmeden edemez tabi:)

16 Ağustos 2010

İşte benim keşkelerim...

• Üniversiteyi sırf Tayfun Talipoğlu Ankara’da diye, Ankara’da okumak istedim. İki tane tercih yazdım, ilki Ankara Üniversitesi, ikincisi Gazi Üniversitesi. İlk tercihim tuttu. Gittim, 5 yıl Ankara’da kaldım. Talipoğlu’nun o sıra program yaptığı NTV’nin önünden yüzlerce defa geçtim, üzerinde ‘Bam Teli’ yazan arabayı binlerce defa gördüm. Ne yaptım peki? Yaklaşamadım. Sadece bir gün arabası Tunalı Hilmi’de bir pizzacının önündeyken üzerinde ‘Sana ölüyorum, bitiyorum (!) ile birlikte telefon numaramın yazdığı notu bıraktım. Sonuç mu? Aramadı!!!
• Üniversitedeyken bir yaz Hürriyet’te staj yaptım. Yapmak denirse. O ara aklım sevgilimdeydi, beni hayatından çıkardıktan sonra ‘Yeniden birlikte olalım, her şey çok farklı olacak’ mesajları gönderiyordu. Ondan beklemediğim bu performans beni etkilemişti. Yeniden başlamıştık. Öncesinde, odasında birebir konuştuğum Bekir Coşkun’un ‘kendini daha çok geliştir’ sözlerini unutmuştum. Stajımın bir ayı saçma sapan işler yaparak, hayallere dalarak geçti. Bekir Coşkun ile aynı binadaydım ama odasına bir kere bile giremedim.
• Lisedeyim, liselerarası tiyatro şenliği var. O zaman tiyatronun Sanat Yönetmeni Müfit Kayacan’dı (şimdi de öyle). Fikret Otyam’ın bahsi geçti, onunla tanışmak için numarasını aldım. Gazipaşa’da yaşıyordu o zaman. Numara yıllarca defterimde kaldı, ve ben hiç aramadım…
• Üniversiteden sonra; İstanbul’da K Dergi ile görüştüm, bir iki güne geri döndüler. Dışarıdan yaz, paranı verelim dediler. Ben ne yaptım, düşündüm düşündüm, K dergi bana iş teklif etti diye böbürlendim ama yazmadım. Tembel miyim evet, ya pısırık???
• Ben edebiyatla uğraşmalıyım, yazıp çizmeliyim hayallerimi dedim. Oturdum bir web sitesi adı aldım. Web sitesini yapacak olan adamla oturdum konuştum, olmadı üstüne adama aşık oldum, sevgilim oldu. Adam gitti, ben kaldım, web sitesi ne oldu? Bekliyor, kimi mi? Yeni bir aşkı herhalde…
• Bir gün web sitesinde bir ‘İlk Roman’ yarışmasının duyurusunu gördüm, kendimi gaza getirdim. O yetmedi etrafımdakileri de gaza getirdim. Mayıs’a kadar ben alasını yazarım dedim. Nasıl başlamalıyım acaba diye uzun süre düşündüm, ilk cümlem üzerine kafa yordum. Sonra ne oldu? Unuttum…


Sanırım hayatım boyunca yaptığım en iyi şey, orta okuldan beri yapmak istediğim şeyi yapmak, ‘Gazetecilik’ okumak oldu. İlla Ankara’da Ankara Üniversitesi’nde okuyacağım dedim, okudum. Sonra ne mi oldu. Ben tembel bir kadın oldum çıktım… Pısırık mıyım tembel mi, bilemedim…

14 Ağustos 2010

Sıcakta ne denir ki?

Hava inanılmaz sıcak, klima bile dayanamıyor. Bazen sıcak üflüyormuş gibi hissediyorum. Kapalı odada beynime oksijen gitmediği için dışarı çıktığımda hafif bir baş dönmesi olayı ile karşı karşıya kalıyorum.

Bugün Cumartesi, yarın Pazar diye sevinirken akşama iş çıktı. Kemer’e gidip Fikret Otyam’ın sergisinin açılışına katılıcam. Aslında iş olmaması, havanın sıcak olması beni ofise kilitledi. Ve bu iyi bir durum değil benim için. İnsanlar Ramazan diye evlerinde, siyaset durgun, ya da benim durgunluğum her şeyi boşvermişliğe itiyor, bilmiyorum. O yüzden akşamki iş beni kendime getirecek. Hareket hareket!!!

Fikret Otyam’ı lise yıllarımdan bilirim. Tayfun Talipoğlu ona ‘ustam’ derdi. Az önce bir web sitesinde okudum, Otyam, Talipoğlu’nu ‘defterinden’ silmiş ve üstüne de ‘okkalı’ küfürler etmiş. Ne kadar doğru şimdilik bilmiyorum ama akşam açılışa Talipoğlu gelirse sanırım işin sırrını çözmüş olacağım.

Bu arada ben Tayfun Talipoğlu’na aşıktım, lisedeyken sıranın üzerine hep onun ‘Sakın erteleme sevdalarını, bedelini ödemiyor yaşam’ sözlerini karalardım. Ve sanırım blogda, Talipoğlu’na olan aşkımdan daha önce de bahsetmiştim. İtiraf edeyim, onu gördüğüm her yerde bacaklarım titriyor ve ağzım yamuluyor…

Bu arada, bugün zaman hiç ilerlemiyor. Oysa bir hafta nasıl da çabuk geçti…

12 Ağustos 2010

Hadi bakalım!!!

İçimde kelebekler uçuşuyor sanki. Yeni bir aşka gebe değilim hayır, sanki bir sorun zeballah olup bitiverecekmiş gibi başıma. Öyle hissediyorum. İnanın neden bilmiyorum. Zaten şu nedenini bir türlü bilmediğim sorunla yüzünden bir gün öleceğim. Hava sıcak, klima tepemde. Bilgisayarı almak için odama gittiğimde uzun kollu bişiler giyinmek istedim, sonra vazgeçtim. Ne dengesiz saatler yaşıyorum böyle. Yarın yarı uykulu geçecek diye de sinirleniyorum halime. Hatta yatsam da yarın olmasa istiyorum. Şimdi bir ton insanla boğuş dur! Yok efendim, sivil toplum sayfasının köşe yazısı nerede. Sahi o kadın bana bütün materyalleri geçen hafta gçndserecekti. Hatta "Cumartesi ben size gönderirim" demişti sahte gülümsemesini takınarak. Gerçi aynısını bugün ben ona yaptım. Telefonla konulurken tüm şirinliğimi takındım, kapattıktan sonra telefonu savurdum tüm okkalı küfürlerimi. Bir ara o kadar sinirlendim ki telefonun öteki ucuna kolumu sokup saçlarını yolacaktım kadının!!!Cumartesi günü başbakan vardı ben arayamadım. Az önce maillere baktım, fotoğrafları göndermiş. Rar yapmış, açıp bakmadım sinirlenirim diye. Kimisi atıyor pul kadar fotoğrafı, deli oluyorum. Ya ben sinirlenmeye sebep mi arıyorum yoksa???? Sabah uyan, duş al, giyin, sonra 'Hani sen sabah kalkıp koşacaktın, o kadar kiloyu kim verecek şimdi' diye kendine kız. yollara düş, sabah sabah dolmuş şoförü ile kavga et bıdı bıdı. Ya sorunlu bir güne mi uyanıcam ben yine. Tüm küfürlerimi şimdiden etsem de rahatlasam olmaz mı? Ya Gamze sen neden mutlu olmazsın bir türlü????

11 Ağustos 2010

Bana bir ŞEYLER oluyor?!?!?!

Birkaç şey karalamak istiyorum buraya. ‘Çok izleyicim de yok, merak edenim de. O yüzden kime karalayacaksam’ diye geçiriyorum içimden. Sonra da ‘Ama görürsünüz bir gün büyük adam olduğumda benden randevu almak hatta sistemime girip yazılarımı okumak için para vereceksiniz’ diye kızıyorum beden bi haber olanlara. Ben böyle kendimle uğraşırken, içimi gıdıklayan şeyin ne olduğuna da anlam vermeye çalışıyorum. Böyle boğazımdan bir çığlık dışarı çıkmak için tırmalıyor, aynı zamanda gözlerim de doluyor. Yok yok bunlar mutluluğun işaretleri, kesin. Çünkü karanlık değil çığlığım, tırmalamalar da sert değil, oldukça tatlı. Acep bana neler oluyor böyle. Bahar da geçti. Yoksa içine hapsolduğum depresyonumdan mı kurtuluyorum? Aha, her yer gözüme yeşil görünmeye başladı. Hulk mu girdi içime yoksa? Yok yok, bunda bir alamet var. Hem ben dün kendimi aşıp, içimdeki kötü sesi dinlemeyip çıktığım yolu tamamladım. Hoş sesi dinlemiş olsaydım daha iyiydi ama olsun, en azından çıktığım yoldan geri dönmedim. Ya bana bir şeyler oluyor. Heyyyyy, sesimi duyan var mı? Size diyorum, bana bir şeyler oluyor. Her yer neden bu kadar pembe???

10 Ağustos 2010

Günlükler - 3

Yeni yılın ilk kelimeleri…Mutlu olmak lazım değil mi? Mutsuz değilim zaten ama içime yerleşmiş ve ben ağlamadan beni terk etmeyecek bir hüzün var. Gözlerim dolu dolu. Sebepsiz ağlamak istemiyorum artık. Bir sebebim de olmalı, ama ne? Dün izlediğim filmi bahane etsem mi acaba?

04.01.2010

Günlükler - 2

Boşluklar ve gelgitler. Sanırım hayatımın bundan sonraki aşaması hep böyle devam edecek. Kendimi açtığım zaman cüzamlıymışım gibi ‘geleceğimi’ düşünerek ve acıyarak bakacaklar bana. Derin, saçma hislerle boğuşacağım. Yine, sonu bir öncekine benzeyen ama hiçbir zaman ders alınamayan o gelgitlerden birisini yaşayacağım. Önce geleceğim, sonra gideceğim. Ya da gidip terk edileceğim. Kendimden nefret edeceğim. Boşluğun içine saklanıp, kendimi saçma hurafelerimle dolduracağım. Sonra yine aynı şey. Velhasıl kelam, ben iflah olmam…

12 Aralık 2009

Günlükler - 1

Umutsuz ve vazgeçmiş bir gün. Kalbimin ansız sızlamaları ile uyanıyorum lanetler okuduğum günden. Sanki beni ‘Senin daha önemli sorunların var’ der gibi uyarıyor o lanet sızı. elime aldığım ‘taşı’ okşuyorum bir süre, göz yaşlarımı katışlaştırsın diye ama olmuyor. Beceremiyorum. Çok özlediğimi hissediyorum bir an, sonra kandırıldığımı düşünüp öfkeleniyorum. Biz birlikte istedik bunları yaşamayı ama o beni giderken, kendince yaptığı hesaplar yüzünden yalnız bıraktı. Ve ben hala, ona kendimi tam olarak anlatamamış olmanın can sıkıntısını yaşıyorum. Onun ne düşünüp ne hissettiğini muhasebe ediyorum kendimce. Sonra da zaten bitiyor o sancı. Siliniyor yavaş yavaş yüreğimden. Akıttığım bir iki damla göz yaşını (her gün azalıyor mu artıyor mu bilmiyorum) silip işime bakıyorum. Şimdi de öyle yapacağım. Özledim seni…

11 Aralık 2009